BAZI TEMEL KAVRAMLAR
Dördüncü Yol öğretisinin diğer öğretilerde olduğu gibi kendine özgü bir dili vardır. Öğreti içerisinde herkesin kavramları belirli bir düzeyde ortalama olarak anlaşılması için kavramlar üzerinde özellikle çok durur.
Dolayısıyla dördüncü yol öğretisiyle ilgilenenlerin anlam karmaşasına sebep olmaması, günlük dilde kullanılanlarla karıştırmaması için bu kavramlar hakkında ön bilgiye sahip olması iyi olacaktır.
Aşağıdaki bilgiler Peter Ouspensky ve Maurice Nicoll’ün bazı kitaplarından derlenerek hazırlanmıştır.
DÖRDÜNCÜ YOL
Genellikle bilinen mevcut bütün yollar üç kategoride toplanabilir:
1- Fakir’in yolu. 2- Keşiş’in yolu. 3- Yogi’nin yolu.
Fakir’in yolu, fizik bedenle mücadele, birinci odada çalışma yoludur. Bu; uzun, güç ve belirsiz bir yoldur. Fakir, beden üzerinde fiziksel irade ve güç geliştirmeye çalışır. Bu, korkunç ıstırapla, bedene eziyet etmekle kazanılır. Fakirin yolu, bütünüyle, inanılmayacak kadar zor ve çeşitli fiziksel alıştırmalardan ibarettir. Fakir, ya saatlerce, günlerce, aylarca, bazen yıllarca aynı pozisyonda hareketsiz olarak ayakta durur veya kollarını uzatmış halde, bir taş üzerinde, güneş, yağmur ve kar altında oturur vs. Eğer fizik irade olarak adlandırabileceğimiz şey, onda gelişmeden önce hastalanmazsa ya da ölmezse o zaman dördüncü odaya veya dördüncü bedeni oluşturma imkanına ulaşır. Fakat diğer fonksiyonları, duygusal, zihinsel vs. gelişmemiş olarak kalır. İrade kazanmıştır ama onu uygulayabileceği hiçbir şey yoktur. Bu iradeden bilgi elde etmek veya kendini mükemmelleştirmek için yararlanamaz.
İkinci yol, keşişin yoludur. Bu yol, iman, dinsel duygu ve dinsel feda yoludur. Sadece çok güçlü dini duygu ve dinsel tahayyüle sahip insan, gerçek anlamda keşiş olabilir. Keşişin yolu da çok uzun ve güçtür. Keşiş, kendisi ile olan mücadelede yıllar ve yıllar harcar. Ama bütün çalışması duygular üzerinde toplanmıştır. Diğer bütün duygularını tek bir duygunun, yani insanın buyruğu altına sokarak kendisinde birlik, duygular üzerinde irade oluşturur; bu suretle de dördüncü odaya ulaşır. Fakat fizik bedeni ve düşünme yetenekleri gelişmemiş olarak kalabilir. Elde ettiklerinden yararlanabilmesi için bedenini ve düşünme yeteneğini geliştirmesi gerekir. Bu ise ancak yeni fedakarlıklarla, yeni güçlüklerle ve yeni feragatlerle elde edilebilir. Keşiş, yogi ve fakir durumuna gelmelidir. Pek az kimse, bu kadar ileriye gidebilir; hatta daha da az sayıda insan, bütün güçlükleri yenebilir. Pek çoğu ya bundan önce ölürler ya da sadece görünüşte keşiş olurlar.
Üçüncü yol, yoginin yoludur. Bu yol, bilgi ve zihin yoludur. Yogi, zihnini geliştirmek suretiyle dördüncü odaya ulaşır; ama bedeni ve duyguları gelişmemiş olarak kalır; o da aynı fakir ve keşiş gibi elde ettiği sonuçları kullanmaktan acizdir. Her şeyi bilmekte fakat bir şey yapamamaktadır. Yapmaya başlaması için bedeni ve duyguları üzerinde hakimiyet kurmalıdır; yani birinci ve ikinci odalar üzerinde… Bunu yapabilmesi için de yeniden çalışmaya koyulması ve uzun süreli çabalarla yine sonuçlar elde etmesi gerekmektedir. Fakat fakirin veya keşişin yolunda olduğu gibi yoginin yolunda da pek az kimse bu anlayışa ulaşabilir ki, bu, çalışmada insanın nereye gittiğini bilme seviyesidir.
Eğer dördüncü yol imkanı da olmasaydı, o zaman durum gerçekten ümitsiz olacaktı. Dördüncü yol, insanın çöle çekilmesini, evvelce birlikte yaşadığı şeyleri terk etmesini, onlardan feragat etmesini gerektirmez. Dördüncü yol, yoginin yolunun çok daha ilerisinden başlar. Bu, insanın dördüncü yol için hazırlanması ve bu hazırlığı olağan yaşam koşulları içerisinde yapması, bunun ise (bu hazırlığın) pek çok farklı yönü kapsayan son derece ciddi bir hazırlık olması gerektiği anlamına gelmektedir. Ayrıca, dördüncü yolda insan, çalışmasına uygun koşullar içerisinde yaşamalı, veya her halde bu çalışmayı imkansız kılacak koşullarda bulunmamalıdır. İnsanın gerek iç, gerekse dış hayatında, dördüncü yol için aşılmaz engeller yaratacak koşulların bulunabileceğini anlamak lazımdır. Dördüncü yol, fakirin, keşişin ve yoginin yollarında olduğu gibi belirli biçimlere sahip değildir. Ve öncelikle keşfedilmesi gerekmektedir. Bu, ilk denemedir. Bu yol, diğer üç geleneksel yol kadar tanınmış değildir. Dördüncü yolu hiç işitmemiş kimseler olduğu gibi, onun varlığını, var olabileceğini kabul etmeyen insanlar da mevcuttur.
Dördüncü yolu, olağan hayat koşulları içerisinde, olağan işine devam ederek, insanlarla olan eski ilişkilerini koruyarak ve herhangi bir şeyden feragat etmeksizin, uzaklaşmaksızın izlemek, bu yolda çalışmak mümkündür. Çalışmasının başlangıcında, insanın içinde bulunduğu, çalışmanın insanı içinde buldurduğu koşullar, onun için mümkün olabilen en iyi koşullardır. Dördüncü yolun yöntemi, bir odada bir şeyler yaparken, aynı zamanda diğer iki odada da buna uygun bir şeyler yapmaktan ibarettir; yani fizik beden üzerinde çalışırken aynı zamanda zihin ve duygular üzerinde de çalışmak; zihin üzerinde çalışırken fizik beden ve duygular üzerinde de çalışmak; duygular üzerinde çalışırken zihin ve fizik beden üzerinde de çalışmak… Bu, dördüncü yolda, fakirin, keşişin ve yoginin yollarının ulaşamadıkları bazı bilgilerden yararlanmanın mümkün oluşu ile başarılabilmektedir.
BENLER – ROLLER
İnsanın daima bir ve aynı olduğunu düşünmek en büyük hatadır. İnsan hiçbir zaman uzun süre aynı kalmaz, sürekli olarak değişmektedir. Yarım saat için bile nadiren aynı kalır. Adamın ismi Ali ise onun daima Ali olduğunu sanırız. Böyle bir şey yoktur. Şimdi Ali, bir dakika sonra Ahmet, daha sonra ise Mehmet’tir, Hasan’dır, Hüseyin’dir, Ekrem’dir. Ve hepiniz onun Ali olduğunu sanırsınız. Ali’nin belli bir şeyi yapamayacağını hepiniz bilirsiniz. Örneğin o, yalan söyleyemez. Sonra yalan söylediğini görür ve bunu nasıl yaptığına şaşırırsınız. Ve gerçekten de Ali yalan söyleyemez; yalan söyleyen Mehmet’tir. Ve fırsat çıktığında Mehmet yalan söylemekten kendini alıkoyamaz. Ne kadar çok miktarda Aliler’in, Mehmetler’in bir insanda yaşadığını anlayınca şaşıracaksınız. Onları gözlemlemeyi öğrenirseniz, sinemaya gitmenize gerek kalmaz.
Bu Aliler, Ahmetler ve Mehmetler farklıdır. Hepsi de kendilerine ‘ben’ der. Yani hepsi kendilerini efendi olarak kabul etmekte, hiçbiri, diğerini tanımayı istememektedir. Her biri bir saat süreyle halifelik yapar, her şeyden bağımsız olarak istediği gibi davranır ve sonradan diğerleri, bundan ötürü bunun bedelini ödemek zorunda kalır. Ve bunlar arasında herhangi bir düzen yoktur. Hangisi üste çıkarsa, o efendi olur. Her köşedekini kırbaçlar, hiçbir şeye önem vermez. Bir an sonra ise diğeri kırbacı eline geçirir, bir öncekini o döver. Ve bu tablo, insanın bütün hayatı boyunca sürer gider. Herkesin beş dakika süreyle kral olduğu ve bu beş dakika içerisinde bütün krallık üzerinde istediği gibi davrandığı bir ülke düşünün. İşte bizim hayatımız budur.
İnsanın daimi ve değişmez bir ‘Ben’i yoktur. Her düşünce, her iç durum, her arzu, her duyu, ‘ben’ der. Ve her defasında, bu ‘ben’in Bütün’e, bütün insana ait olduğu ve bir düşüncenin, bir arzunun veya bir nefretin, bu Bütün tarafından ifade edildiği sanılmaktadır. Aslında bu zan, ne şekilde olursa olsun, bir temele sahip değildir. İnsanın her düşüncesi, her arzusu, Bütün’den tamamen ayrı ve bağımsız olarak belirir ve yaşar. Ve Bütün, hiçbir zaman kendini ortaya koymaz; çünkü o, ancak bir nesne olarak fiziksel planda, bir kavram olarak ise soyut planda mevcuttur. İnsan, bireysel ‘Ben’ sahibi değildir. Ama, pek sık olarak birbirlerini hiç tanımayan, birbirleriyle hiç irtibatı bulunmayan, veya aksine birbirlerine düşman olan, birbirlerini iten, birbirleriyle çelişki içinde bulunan yüzlerce ve binlerce bağımsız, küçük ‘ben’e sahiptir. Her dakika, her an, insan ‘Ben’ demekte ve ‘Ben’ diye düşünmektedir. Ve her defasında da onun ‘ben’i farklıdır. Hemen şimdi bir düşünce, şimdi bir arzu, şimdi bir duygu, şimdi başka bir düşünce ve sonsuza dek böylece devam eder. İnsan, çokluktur.
İnsan, hayatta alışıla gelmiş olarak kendisini içinde bulduğu her türlü şart için bir role sahiptir; ama onu biraz farklı şartlar içerisine koyarsanız, uygun bir rol bulamaz ve kısa bir zaman için kendisini ortaya koyar. Bir insanın oynadığı rollerin incelenmesi, kendini bilmenin çok gerekli bir kısmını oluşturur. Her insanın repertuarı çok sınırlıdır. Ve eğer bir insan, basitçe ‘ben’ ve ‘Ali Yıldırım’ diyorsa, kendisini tüm olarak görmeyecektir çünkü ‘Ali Yıldırım’da bir tane değildir; bir insan onlar gibi en azından beş ya da altı tanesine sahiptir. Bir veya ikisi ailesi için, bir veya ikisi bürosu için (biri astları ve diğeri üstleri için), biri bir lokantadaki arkadaşları için ve belki de biri, yüce fikirlerle ilgilenen ve entelektüel konuşmalardan hoşlanan kişiler içindir. Bu nedenle insan, farklı zamanlarda, bunlardan biriyle tamamen eş koşar ve kendisini ondan ayıramaz. Rolleri görmek, sahip olunan repertuarı bilmek, bilhassa bu repertuarın sınırlılığını bilmek, çok şey bilmektir.
NEGATİF BENLER
Zihnimizden geçen düşünceler içimizdeki farklı “ben”lerden gelir. Farz edelim ki, bir kişi, çalışma hakkında, bir İnsan veya bir olay hakkında negatif düşüncelere sahip olduğunu fark ediyor. Farz edelim ki, bu düşünceleri kendi düşünceleri, yani “ben” olarak ele alıyor ve aynı zamanda onlar hakkında biraz rahatsızlık hissediyor. Kendi kendine şöyle der: “Bu şekilde düşünmemeliyim.” Bu bazı sonuçlara sebep olabilir veya olamaz. Fakat önemli olan nokta, onun bir hata yaptığıdır, yani içindeki bütün olanları kendisi olarak, “ben” olarak ele alma hatası yapmaktadır. Kendisini doğru olarak gözlemlerse, bu düşüncelerin kendisinden değil, belki de hakkında daha önceden bir şeyler bildiği, içindeki negatif bir “ben”den geldiğini fark edecektir. Farz edelim ki, içindeki bu beni çok iyi biliyor. Bir kere bu “ben”i kendi içinde konuşurken tanımıştı; (bu “ben”) düşüncelerini, düşünce merkezi yoluyla kendisine iletiyordu ve aynı zamanda belirli bir tür negatif enerjiye sebep oluyordu. Bir an için bu negatif “ben”i kendisi olarak ele almaz ve kendi içinde, kendisinden başka bir şey olarak görür çünkü ondan ayrıdır. Fakat uykuya dalarsa -yani hangi “ben”ler kendisine yakın ve içinde neler sürüyor konusunda şuurlu olması kesilirse- onların gücünün etkisinde kalır, onlarla özdeşleşir ve bu şekilde düşünenin kendisi olduğunu tahayyül eder. Bunu yapmakla negatif “ben”in kendi üzerindeki etkisini güçlendirir, çünkü bildiğiniz gibi, bir şeyle özdeşleştiğimiz anda o şey bizim üzerimizde güçlü olur ve daha sık özdeşleştiğimiz şeyin daha çok kölesi oluruz. Çalışmanın kendisi hususunda, iğvalarımız tam olarak negatif “ben”lerde, yani çalışmadan nefret eden benlerde yatar, çünkü varlıkları çalışma ile tehdit edilmektedir. Bu negatif “ben”ler, düşünce merkezinden harekete geçerek ve orada tomarlar halinde saklı kalmış malzemeyi kullanarak belirli tür düşüncelere başlarlar. Bu düşüncelere -yani o anda bizim içimizde çalışan bu negatif “ben”lere- uyarsak, onların etkisinden kurtulamayız. İlk etkileri, güç kaybettiğimiz duygusunu hissettirmektir. Ne zaman ani bir güç kaybı hissetsek, bu pratik olarak her zaman, malzemesini çok dikkatlice seçerek bazı şeyleri yanlış bir ışık altında gösteren ve bizim anılarımızdan bir düşünce dizisine başlayan negatif “ben”in etkisinden dolayıdır ve bütün negatif “ben”lerin sadece yalan söyleyebildiği hatırlanmalıdır, aynen bütün negatif heyecanların -örneğin kuşku heyecanının- sadece her şeyi çarpıtmaları gibi. Negatif “ben”in düşünce merkezindeki eylemini gözlemlemezsek, bizim üstümüzde güç elde edecektir. Onu “ben” olarak, kendimiz olarak ele alırsak derhal güç sahibi olacaktır. Fakat içimizdeki çalışmada onu “ben” olarak görürsek, bunu yapamaz. Ama onun bir “ben” olduğunu fark etmek için, kendi üzerimizde pratik olarak çalışarak çok farklı “ben”lerin içimizde var olduğundan ve birlik değil çokluk olduğumuzdan emin hale gelmeliyiz.
GERÇEK “BEN”
Bir İnsan, karmaşa içinde olan bir evdir. Bir İnsan, bir alay kalabalıktır. Fakat onun üstünde, ondan daha yüksek bir seviyede, özellikle büyük tehlike ve büyük bitkinlik şartlarında varlığını hissettiği gerçek “Ben” vardır. Bu gerçek ve sürekli tek “Ben” İnsanın en yüksek Varlığıdır ve herkesin içinde bu vardır. Bu yüzden, Çalışma anlamında bütün Varlık gelişimi, kendisinin sadece kendini gözlemleme vasıtasıyla fark edilir hale gelmeye başlayan diğer yönü ile yaptığı ve söylediği bütün can sıkıcı şeylerin ötesinde, herkesin içinde, derinlerde bir yerde gizli olan ve içerideki her şeyi birleştiren bu gerçek “Ben”e yaklaşma ile tanımlanır. Çalışma’da olup bunu hissetmeye başlayan İnsanlar, daha fazla Varlık birliğine çoktan sahiptir. Neden böyledir? Çünkü onlar, onları birleştiren bir şeyi takip etmektedirler. Belli bir sayıdaki İnsan aynı şeyi düşünüyor ve pratiğini yapıyorsa, onlar daha fazla birlik içindedir ve sadece bu da değil, kendi içlerinde de daha fazla birlik içindedirler. Sadece içinde Çalışma’nın niteliğine sahip bir öğreti, ister bir kişinin kendi içinde isterse başkalarıyla ilişkisinde, bir tür birliğe vardırabilir. Çalışma öğretilerinden herhangi biriyle ilgili gerçeği görüyorsanız, kendi içinizde içsel olarak birliğin başlangıcına getirilmiş olacaksınız çünkü bu Çalışma gerçek “Ben” ile birleşmeye götürür ve bunun için tasarlanmıştır. Ve neye -yani negatif durumlara- kapılıp gitmemeniz gerektiğini kendi başınıza görmeye başlayacaksınız çünkü gerçek “Ben”, tüm şahsi duygular (kişiye ait duygular) açısından test edilmediyseniz asla size yaklaşmayacaktır.
İnsan tıpkı bütünüyle şuurlu olduğunu hayal ettiği gibi, şu anki haliyle Gerçek “Ben”e sahip olduğuna da inanmaktadır. Eksiksiz bir İradeye ve eksiksiz bir şuura sahip gerçek, değişmeyen, kalıcı bir birey olduğuna inanmaktadır. Gerçek “Ben”e sahip değildir ama imajinasyonu onda İmajinatif “Ben” oluşturur. En büyük içsel zayıflığını imajinasyon aracılığıyla kendinden gizler. Şimdi bir insan Gerçek “Ben”e, Gerçek İrade’ye sahip olmadığının, kendisi hakkında hissettiği ve düşündüğü her şeyi yalnızca imajinatif “Ben” olarak adlandırılabileceğinin farkına varırsa parasını hayaller kurarak harcadığı handaki sarhoşluk uykusundan uyanmaya başlayabilir.
Mekanik olduğumuzun, yalnızca makineler olduğumuzun ve hiçbir şeyi şuurlu yapmadığımızın söylenmesi hoş değildir. Ama bu tür bir öğreti, değer verdiğimiz ve kendimize uyguladığımız takdirde, handaki uykumuzu uzatma eğiliminde olmayacaktır. Mekanik olduğumuzu ve her şeyi içinde İmajinatif “Ben”in olduğu bu makinenin yaptığını az da olsa fark ettiğimizde bir şok deneyimleriz. Bu şok ilk başta, eskiden olduğumuzu sandığımız şey olmadığımıza dair rahatsız edici bir histen öteye geçmeyebilir. Ama bu his bile uyanışın başlangıcıdır ve beslendiği takdirde büyüyebilir çünkü hakikattir. Uyanışların hepsi -tıpkı okula dönmek gibi- ekşi bir tada sahiptir. Uykunuzdan biraz olsun uyanmaya başladığınızda, kendinizi hatırlamaya başlıyorsunuz; İmajinatif “Ben”i değil, daha derinlerde yatan ve ergeç hakikatimiz olan Gerçek “Ben”e yol açan bir şeyi. Ancak imajinasyonun gücü öylesine büyüktür ki insanlar uyanmayı ve daha büyük bir şuurluluk anıyla birlikte gelen sert tadı bir an için bile olsa deneyimlemeyi istemezler. Olağan hayat ilişkilerindeki ıstırap ve mutsuzluklar çok büyük olmasına rağmen, bunu boğmaya çalışırlar. Uyandıkları takdirde kurtulabilecekleri şu veya bu şeyin pençesine düşmüş insanları görebilirsiniz; uyanmak, ayağa kalkmak, hanı terk etmek ve sonunda kendi arabalarındaki sürücü koltuğuna geçmek yerine bu hastalığa kapılıp gitmeyi kasten tercih ederler.
İRADE
Çalışma, şu anda sadece birçok farklı “ben”in farklı iradelerine sahip olduğumuzu öğretmektedir. Gerçek, kalıcı ve sabit bir İrade’ye sahip değilizdir. Her şeyden önce, her bir “ben” o anda bizi kullanır, böylece her bir “ben” telefonda -yani bizim ağzımız aracılığıyla- konuşup her tür şeyi söyler ve kendine “Ben” der. Herhangi bir şüphe, tereddüt varsa, söylenen şeyler bu farklı “ben”lerin birkaçının iradelerinin sonucudur. Bundan çıkan, karar verir. Buna İrade denir fakat Gerçek İrade değildir. Bir (Konuşma Mekanı anlamına gelen) Meclis gibi birçok farklı ses arasındaki bir uzlaşmadır. Sonuç oyu, birçok farklı partinin sonucudur. Birçok farklı irade ve arzunun sonucudur. İrademiz dediğimiz durum budur. Birçok iradenin, birçok farklı arzunun sonucudur. Fakat Gerçek İrade bir sonuç olamaz çünkü İrade gerçek anlamda Efendi’dir ve yaşamın arzularının ve tüm yaşam “ben”lerinin üstündedir.
İnsan bir çokluk olmak yerine bir birlik olsaydı, gerçek bireyselliğe sahip olurdu.
Her biriniz kendinize, bireyselliğe sahip olduğunuzu, sadece bireyselliğe değil tam şuurluluğa ve iradeye de sahip olduğunuzu atfedersiniz. Fakat bildiğiniz gibi, çalıştığımız bu fikirler sistemi İnsanın bir değil birçok -yani bir birey değil, birçok farklı kişiler- olduğunu öğretiyor ve aynı zamanda onun esaslı bir şekilde şuurlu olmadığını, hemen hemen her zaman rüyalar, imajinasyon, kale alma, negatif duygular vs. ile uykuda olduğunu ve sonuç olarak kendini hatırlamadığını ve böylece, sanki içsel hayatını boşa harcayıp harap ettiğini, bir tür karanlıkta yaşadığını ve nihayet iradeye sahip olmadığını, fakat farklı yönlerde hareket eden ve birbiriyle çelişen birçok farklı iradeye sahip olduğunu öğretiyor. İnsan bir çokluk olmak yerine bir birlik olsaydı, gerçek bireyselliğe sahip olurdu. Bir olurdu ve böylece bir iradeye sahip olurdu. Bu yüzden İnsanın bir olduğuna dair kendi hakkında sahip olduğu illüzyon, bir imkandan söz eder.
Alelade mekanik insanda ‘irade’ mevcut değildir; o sadece arzulara sahiptir; arzu ve isteklerin az veya çok sürekli oluşuna zayıf veya güçlü irade denmektedir.
İkinci durumda, fizik bedenin otomatizması diğer bedenlerin tesirlerine bağımlıdır. Farklı arzuların ahenksiz ve çelişkili faaliyetleri yerine tam, bölünmeyen ve daimi olan bir tek ben vardır; fizik bedeni ve onun arzularını hakimiyeti altında bulunduran, gerek isteksizliğini gerekse direncini ortadan kaldırabilecek ferdiyet mevcuttur. Mekanik düşünce sürecinin yerini şuur almıştır. Ve sadece farklı ‘ben’lere ait, çeşitli ve sık olarak çelişkili arzulardan meydana gelmiş bir güç olmayan fakat şuurdan yayılan, ferdiyet veya tek ve daimi ben tarafından yönetilen irade vardır. Ancak böyle bir iradeye ‘özgür’ denebilir çünkü rastlantıdan bağımsızdır ve dışardan değiştirilemez veya yönetilemez.”
MERKEZLER
Sisteme göre insanın üç ana merkezi vardır. Entelektüel, Duygusal ve Hareket merkezi olmak üzere. Bu üç ana merkez dışında çok fazla müdahale etmemize gerek kalmayan ve insanın zamanla kendini tanımasıyla fonksiyonlarının kendiliğinden düzeleceği içgüdüsel merkez ve seks merkezleri de vardır. Fakat içgüdüsel merkeze şimdilik kesinlikle müdahale edilmemelidir çünkü o ne yapması gerektiğini gayet iyi bilmektedir.
Entelektüel merkez insanın zihinsel faaliyetlerinin tamamını kaplar. Herhangi bir şeyi düşündüğümüzde, sorguladığımızda sürekli entelektüel merkez faaliyet halindedir. Duygusal merkezde adı üstünde duygularımızla ilgili faaliyetlerle bağlantılıdır. Duyguların hareketleri bu merkez üzerindedir. Tüm fiziksel hareketlerimiz de hareket merkeziyle alakalıdır.
Her ana merkez negatif ve pozitif veya alt ve üst kısımlar olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Çalışma içerisinde kendini gözlemleme ve hatırlama vasıtasıyla merkezlerimizin hangi alanında faaliyet gösterdiğimizi tespit etmemiz önemlidir. Çünkü bazen merkezler birbirlerinin yerine çalışmaya başlarlar bu da mekanik olmamızın bir sonucudur. Bu mekanikliği kırabilmek için merkezler arasındaki bu uyumsuzluğu çözmemiz ve onların doğru çalışmasını sağlamalıyız.
YÜKSEK MERKEZLER
Bir insanın, insan makinesinin çalışmasını ve onun imkanlarını anlaması için, bu üç merkezden ve bunlarla ilişkili olanlardan başka, tam gelişmiş ve muntazam bir şekilde çalışan iki merkezimizin daha mevcut bulunduğunu, fakat bu merkezlerin gerek olağan hayatımızla gerekse kendimizin farkında olmamızı sağlayan üç merkezle ilişkileri bulunmadığını bilmesi gerekmektedir.
Bizdeki bu yüksek merkezlerin varlığı, gizemin ve mucizenin varlığına inanan insanların en eski zamanlardan beri aradıkları gizli hazineden daha büyük bir gizemdir. Bütün mistik ve okült sistemler, insandaki üstün kuvvetlerin ve yeteneklerin varlığını fark etmekte fakat çoğu kez, bu kuvvet ve yeteneklerin ancak imkanlar halinde var olduklarını kabul etmekte ve insandaki gizli kuvvetlerin geliştirilmesinin lüzumundan bahsetmektedirler. Bu öğreti, yüksek merkezlerin insanda var olduğunu ve tam gelişmiş bulunduğunu ifade etmekle diğer birçoklarından farklılık arz etmektedir.
Aşağı ve yüksek merkezler arasında doğru ve devamlı bir irtibat kurmak için, aşağı merkezlerin çalışmasını düzeltmek ve hızlandırmak gerekmektedir. Daha önce de söylendiği gibi, aşağı merkezler yanlış bir biçimde çalışmaktadırlar; çünkü pek sık olarak kendi fonksiyonlarını yerine getirmek yerine, biri veya öteki, diğer merkezlerin görevini yüklenir. Bu durum, makinenin genel çalışmasının hızını düşürür ve merkezlerin çalışma hızının artmasını güçleştirir. Bundan böyle, aşağı merkezlerin çalışmasını ayarlamak ve hızlandırmak için ilk gaye, her merkezi, kendisine yabancı ve gayri tabii olan çalışmadan kurtarmayı, kendisinin, diğer bir merkezden daha iyi yapabileceği çalışmaya döndürmeyi içermelidir.
ABC TESİRLERİ
Hayatta, A ve B tesirleri denen iki tür tesir vardır. A tesirleri hayatın içinden yaratılır; onun anlaşmazlığı ve sürtüşmesi ile, kıskançlığı ve nefreti ile, hırsları, savaşları, suçları, ticareti, ilgileri, kanunları ile vs. Fakat B tesirleri hayatın içinde mevcuttur ve başka bir dil konuşur, çünkü köklerini hayatın dışında başka bir kaynaktan -C tesirleri dediğimiz tesirlerden-, yani bireysel tekamüle uğramış insanlardan alır. C tesirleri mekanik insanlık çemberinden gelmezler, şuurlu insanlık çemberinden gelirler. Fakat C tesirlerinin hayata doğrudan ulaşması imkansızdır; bu durumda anlaşılmazlardı. Onların, bizim yavaş yavaş öğrenmemiz gereken başka bir dili vardır. Hayat onları B tesirlerine dönüştürür. Fakat önemli olan nokta şudur ki, bu sistem tam anlamıyla hayattan farklı olarak, B ve C tesirleri denen -aslında C tesirleri üzerine- bu diğer tesirlerin varlığı üzerine temellenmiştir. Bu yüzden biz yeni bir dil öğrenmek zorundayız. Şunu anlamalısınız ki, bir insan gizli bir içsel kadere sahip olmasaydı, eğer insan bir tohum, sıklıkla da mutsuz bir tohum olmasaydı ve onun için hayat ve onun ilgilerinden başka hiçbir şey olmazdı. Fakat insanın içsel kaderi hayatın içinde değildir. Bu tohum, yani insan kendi tekamülünü gerçekleştirebilecek kapasitededir ve sadece belli tür ışık ve ısı onu büyütebilir, dışsal hayatı büyüten ve onun kaynağı olan güneşin ısı ve ışığı değil.
DENGELİ İNSAN
5 No.lu veya 6 No.lu veya 7 No.lu İnsan haline gelmek için, bir İnsan önce 4 No.lu İnsan, yani Dengeli İnsan; Entelektüel, Duygusal, İçgüdüsel-Hareket olmak üzere bütün merkezleri doğru çalışan İnsan haline gelmelidir. Dengeli hale gelmek için bir İnsan, içinde hangi merkezlerin hakim olduğunu ve diğer merkezlerinin doğru gelişimini engellediğini fark etmeye başlamalıdır. Örneğin, içgüdüsel bir İnsan, ilk önce kendi rahatını göz önünde bulunduran, her şeyden önce hoş bedensel duyumları seven bir İnsan, Dengeli İnsan haline gelemez çünkü bütün psişik enerjisi hoş bedensel duyumlarında harcanmaktadır. O zaman hedefi, bir yana eğilmesine sebep olan ve diğer merkezlerin gelişimini engelleyen içindeki baskın merkeze karşı çalışmak olmalıdır. Fakat şimdiye kadar söylenenleri anladıysanız, böyle bir durumda, ancak kendi kendini görerek ve Çalışma’nın ışığında içsel durumunu değerlendirerek kendi kendinden memnun olmamaya başlayacağını göreceksiniz. Kendisine hayattan baktığında, olduğundan daha farklı olmak için girişimde bulunmasını gerektirecek hiçbir sebep yoktur. Ya da ağırlık merkezi Entelektüel Merkezde olan bir İnsanı alalım. Sadece teorilerle ve soyut düşüncelerle ilgilidir. Hayatta, kendisinden memnun olmaması için hiçbir sebep yoktur fakat Çalışma öğretisinin ışığında kendini gözlemleyerek kendi varlık durumundan memnun olmamaya başlayacaktır.
Dünya İnsanı
Dördüncü Yolu takip eden bir kişi 4 No.lu İnsan, yani merkezlerini geliştirmiş olan İnsan haline gelmelidir. “Herkesle her şey” olabilen bir İnsan anlamına gelir; kendisinin tüm yönlerini geliştirmiş, böylece her durumla makul bir şekilde karşılaşabilen İnsan anlamına gelir; her sınıfla, her tür İnsanla, her bakış açısıyla, her teoriyle, belli bir noktaya bağlı olarak her pratik, teorik veya felsefi şeyle karşılaşabilen İnsan anlamına gelir. Bir bakış açısına göre, o bir dünya İnsanıdır. Bunu söylemek yanlıştır ama bu cümle, 4 No.lu İnsanın ne olduğu hakkında belki ilk fikri verir. 4 No.lu İnsan tam anlamıyla bir dünya İnsanı anlamına gelmez; daha derin bir şey anlamına gelir fakat kesinlikle bunu da içerir; yani bu, bir kişi hayattaki her olayla ve durumla makul bir şekilde karşılaşabilir, hayat ve İnsanlar hakkında ahmak değildir, anlamına gelir. Sıradan hayattan herkesin öğrenmesi gereken çok şey vardır ve 4 No.lu İnsan fikrinin bakış açısından bütün bu şeyler ilginç hale gelir. Falan kişi hayatın bu yönünden mekanik olarak nefret eder veya filan kişi hayatın şu yönünden mekanik olarak nefret eder. Gerçekte bir İnsan 4 No.lu İnsan haline ulaşmak için, hayattan, çalışma ile birarada kendine ait bütün gelişimi elde etmelidir; çalışma aydınlatmazsa hiç kimse 4 No.lu İnsan haline gelemez ve aynı zamanda hayatın tüm yönleriyle ilişki kurmayan hiç kimse 4 No.lu İnsan haline gelemez.
HEDEF – AMAÇ
Çalışma bakımından hedefin ne manaya geldiğiyle ilgili en genel tanım, Çalışma’nın öğrettiği şeyleri duymak ve söylediklerini yapmaktır.
Çalışma’da hedef her zaman kendini hatırlama eylemi ile bağlantılıdır çünkü kendini hatırlama durumunda bir insan, sıradan şuur durumlarında kendisine ulaşamayan yardımı alabilir. Evren’de belirli tesirler sadece üçüncü şuur durumuna kadar nüfuz edebilir, ki burada insan kendisine şuurludur ya da kendisinin şuurundadır. Kendini hatırlarken aynı anda hedefini de hatırlarsa, yardım alabilir. Örneğin, hedefini daha iyi anlayabilir.
Hedef çok genel olabilir veya içsel bir çelişki içerebilir ya da çok zor olabilir ya da çok karmaşık olabilir ve daha basit parçalara bölünmesi gerekebilir ya da içinde hiçbir anlam olmayabilir. İnsanlar hedef sahibi olmada genellikle yürümeden önce koşmaya çalışırlar.
Varlık üstünde Çalışmak hususunda, bu Çalışma’da birinci hedef, kendini bilmektir: kişinin Varlığının Bilgisi. Bu herkes için geçerlidir. Çalışma’nın Bilgisi başka bir şeydir, kendine dair bilgi başka bir şeydir. Kendinizi bilmeden kendiniz hakkında bir hedef sahibi olamazsınız. Kişisel hedef sadece, Çalışma’nın açıklamaları ışığında doğrudan gözlemleme vasıtasıyla kendine dair bir miktar gerçek bilgi edinildikten sonra başlayabilir. Kendi Varlığınız üzerinde çalışmak için, kendi Varlığınız üzerinde çalışılacak bir şeyler görmelisiniz. Üzerinde çalışılacak hiçbir şey yoksa çalışamazsınız. Başlangıçta hepsi karanlıktadır ve kendinizde hiçbir şey göremezsiniz. Şuurlu objektif kendini gözlemleme, bir ışık ışınının içeri girmesine izin vermekle başlar ve bulanık da olsa bazı şeyler görmeye başlarsınız. Kendini gözlemlemenin sürtünmesiyle yaratılan bu ışık, giderek pratikle daha güçlenmelidir, ta ki siz hiçbir şüphe olmaksızın açık ve net bir şekilde kendi içinizde bir şeylerin görüntüsünü yakalayıncaya kadar.
Küçük bir ölçek üzerindeki tüm kişisel hedefler birer araçtır, bir amaç değil. Bu sizi düşündürmek ve uyandırmak içindir, sizi uyanık tutmak içindir. Hedef farklı ölçeklerdedir. Büyük bir ölçekte hedef, uykudan uyanmış olmaktır, içsel özgürlüğe ulaşmaktır. Fakat bunun, birisinin hedefi olduğunu söylemek yetmez. Hedefiniz olarak çok uzakta bir şeyi görebilirsiniz fakat ona ulaşmak için daha küçük birçok hedefin gerekli olduğunu keşfedersiniz. Çin’e gitmek istediğinizi söyleyebilirsiniz fakat oraya ulaşmak için, bu arada birçok şey yapmalısınız ve bir bilet almak için yeterli paraya sahip olmalısınız. Bay Ouspensky, hedef şuna benzer der: Çok uzakta ulaşmak istediğiniz bir ışık görürsünüz. Fakat ona yaklaşırken, nihai hedefe ulaşmadan önce birer birer geçmeniz gereken, aynen bir yol boyunca dizilen sokak lambaları gibi birçok daha küçük ışık keşfedersiniz.
YALAN
İnsan hem kendine hem de başkalarına sürekli olarak yalan söyler çünkü tek bir benliğe değil pekçok benliğe sahiptir. Çalışma’nın yalanla ilgili söyleyeceği çok şeyi vardır. Örneğin, Çalışma’nın yalan hakkında söylediği en derin şey, onun Öz’ü yok ettiğidir. Her zaman yalan söyleyen kişi, Öz’ünü yok eder. Şimdi, Öz içimizde gelişebilecek ve bizi farklı bir varlık seviyesine, farklı bir kadere ve varlık ölçeğinde farklı bir konuma taşıyabilecek yegane parçadır. Bir yalancı büyüyemez. Herkesin içinde yalanlar söyleyen çok sayıda “ben” vardır ve bu “ben”lere, her zaman kendini haklı çıkaran “ben”lerin muazzam etkinliği eşlik eder. Bir kişi yalan söylediğinde rahatsızlık hissetmesi gerekir. Çalışma, iki tür yalan olduğunu söyler; başkalarına yalan söylemek ve kendine yalan söylemek. Çalışma, aynı zamanda, yalanın yalnızca bir hakikat sistemiyle ilişkili olarak tanımlanabileceğini söyler. Hakikatin ne olduğuna dair size hiçbir şey öğretilmemişse, nasıl yalan söylediğinizi görmeniz güçtür. Hiçbir şey bilmeyen küçük bir çocuk yalan söylemez ve yalan söyleyemez ama bir şeyler öğrendikten sonra, kendine öğretilenlere göre yalanlar söylemeye başlayabilir. Yalnızca bir hakikatle bağlantılı olarak yalan söyleyebilirsiniz.
Çalışma, kendimizde incelememiz gereken ilk yalan türünün başımıza gelen bir şeyi kendi çıkarımız doğrultusunda yorumlama eğilimimiz olduğunu söyler. Çalışma’yla ilgili bir sohbette, kendinizin ve başka insanların söylemiş olduklarını aktarmanız gerektiğinde, meseleyi doğru bir biçimde aktarmanın pratikte imkansız olduğunu fark edeceksiniz. Aktardığınız her şeyi kendi çıkarınıza yorumlama, söylediğiniz bazı şeyleri eleme ve bazı şeylere ise biraz aşırı vurgu yapma eğiliminde olacaksınız. Elbette ki aynı şeyi tam tersinden de yapabilirsiniz, yani kendinizi kasıtlı olarak çok kötü bir konuma yerleştirebilir ve ödüllendirilme umuduyla kendinizi acındırmaya çalışabilirsiniz. Oysa insanlar hem kendileri hem de başkaları hakkında tarafsız doğruları dile getirebileceklerinden kesinlikle emindirler. Kuşkusuz, içimizde daha dürüst olan “ben”ler ve daha az dürüst olan “ben”ler vardır. Peki ama Çalışma’da dürüst olma hedefi ne anlama gelir? Bu, ahlaki temellere dayanmaz. Yapar görünmekten ya da sahtelikten geçerek asla gelişemeyen Öz adını verdiğimiz şeyin olası gelişimine dayanır. Yalan söylemeyi alışkanlık haline getiren bütün “ben”ler, Sahte Kişiliğin merkezi krallığını koruyan ve her şeyi haklı çıkaran bütün “ben”ler olayları çarpıtıp her şeyi kendi çıkarları doğrultusunda yorumlayarak Öz’ün içsel gelişimini engellerler. Çalışma, bu nedenle, öğretmeninize doğruyu söylemenin çok önemli olduğunu öğretir çünkü bu alıştırma aracılığıyla kendinize doğruyu söyleyebilmeyi öğrenirsiniz. Kendinize doğruyu söyleyemezseniz, size içsel gelişim imkanı tanımayan Hayal Ürünü “Ben” ve Sahte Kişiliğin etkisinden kurtulamazsınız. Demek ki bu ahlaki değil, pratik bir meseledir.
Yalan, sözcüklerle ifade edilmeyebilir, dilerseniz buna, yapar görünmek, yapmacıklık da diyebilirsiniz. Kişi tek bir jestle, tek bir bakışla, tek bir tonlamayla, kaygısız bir tavırla, bir iç çekişle, dertli bir ifadeyle, bir hastalıkla, coşkulu bir tavırla, her zaman zinde ve sağlıklı bir görüntü çizmesiyle de yalan söyleyebilir. Hepimiz nasıl harikulade davrandığımızı ve hangi tahammül edilemez koşullara maruz kaldığımızı biliriz. Çalışma, hepimizin kendimizle hayali bir yaşam sürdüğümüzü söylemektedir.
TUTUMLAR
Tutumları, hep mekanik olarak aldığınız bakış açıları olarak tanımlayabilirsiniz ama bu tanım, tutumlar fikrine yalnızca giriş niteliğinde olur. Tutumları, yalnızca sonuçları üzerinden başlayarak gözlemleyebilirsiniz. Bir tutum, alışılagelmiş kanıksanmış düşünme biçimi aracılığıyla oluşmuş bir şeydir. Öncelikle tutumlara, tipik bakış açılarına, tipik yaklaşımlara sahip olduğumuz ve bunun hiç kuşkusuz mekanik ve dolayısıyla ölü psikolojiye -yani psikolojimizin değişmeyen yanına- ait olduğu fikrinin hakikatini görmeliyiz. İnsanların görmediği şey, keşfedilmemiş tutumlarının onlar için birçok sıkıntı yarattığı ve onları anlamaktan alıkoyduğudur. Elbette ki hiç kimse tipik tutumlara sahip olduğunu kabul etmez.
Şimdi, tutumlar meselesine geçelim. Tutumlar bizdeki gerçekdışı şeylerdir. Her biriniz kendinizi ve geri kalan herkesi değerlendirirken dikkate aldığınız belirli kökleşmiş tutumlara ve bakış açılarına sahipsiniz. Bunlar esasen Sahte Kişilikle bağlantılıdır. Bir tutuma örnek vereyim. Bir insan belirli başka bazı insanlardan bir biçimde üstün olduğunu düşünmesine neden olan bir tutum edinmiştir. O kişilerle karşılaştığında, tutumu onda mekanik işler. O kişilerden hoşlanmaz. Evet ama onlardan tutumdan, mekaniklikten hareketle hoşlanmaz. Böyle bir kişiye, mekanik tutum sergilediği bazı insanların değerini göstermeye çalıştığımı varsayalım. O insanları tanıtırım, onlar hakkında konuşurum, onların neler yaptığını, neler yaşadığını vb. anlatırım. Bir süre sonra çözülüp gevşer. Bu insanların hiç de düşündüğü gibi olmadıklarını görünce çok şaşırır. Onların hayli ilgi çekici insanlar olduğunu görecektir. Böyle bir insana neler olmaktadır? Olan şey, biri o insanın yeni izlenimleri alamamasına neden olan mekanik tutumun çevresinden dolanmış ve deyim yerindeyse, onun altını oymuştur. Onda neyin altını oymuştur? Sahte Kişiliğin, negatif ve kısıtlayıcı tutumun altı oyulmuş ve adam mekanik, edinilmiş yanının bir parçasından kurtulmuştur. Bu adam artık kendini daha özgür hissedecektir. Yüzünün ifadesi bile değişmeye başlayacaktır, konuşma biçimi değişecektir ve herhangi bir kayıp hissetmek yerine bir kazanç hissedecektir.
TAMPONLAR
Unuttuğunuz başlıca nokta, en başından hoş, temiz ve yepyeni bir makineyle başlamadığımız gerçeğidir. Arkanızda uzun yıllara yayılan hatalı ve aptalca bir yaşam, zayıflığın her türüne duyulan düşkünlük, kendi hatalarınıza göz yummak, bütün rahatsız edici gerçeklerden kaçmaya çalışmak, kendinize sürekli yalan söylemek, kendinizi haklı çıkarmak, başkalarını suçlamak vb. uzanmaktadır. Bütün bunlar makineyi ister istemez etkiler. Makine kirlidir, paslanın ıştır ve yanlış biçimde çalışmasından ortaya çıkan bir ihtiyaca yanıt vermek için kimi noktalarda yapay düzenekler oluşturulmuştur. Bu yapay düzenekler, bütün iyi niyetlerinizi fazlasıyla engelleyecektir.
Bunlara Tamponlar denir. Tampon, özel bir açıklama gerektiren bir terimdir. Tamponlar, demiryolu vagonlarında darbeleri hafifletmek için kullanılan düzeneğe benzerler. Hiç tampon olmasaydı, bir vagonun diğer vagona çarpışından oluşan şok çok rahatsız edici ve tehlikeli olurdu. Tamponlar bu şokları hafifletir ve bunları fark edilmez ve hissedilmez kılar. İnsan’da da bu düzeneğin tıpatıp aynısı bulunur. Bunlar doğal olarak oluşmaz ama iradedışı bir biçimde olsa da bizzat İnsan tarafından oluşturulur. Onların ortaya çıkmasının nedeni İnsan’da fikirler, hisler, sempatiler, sözcükler ve eylemler bakımından bir sürü çelişkinin mevcut olmasıdır.
Bir insan hayatı boyunca içindeki bütün çelişkileri hissedecek olsaydı, şimdiki gibi sakin bir biçimde yaşayamaz ve davranamazdı. Sürekli sürtüşme ve huzursuzluk yaşardı.
Kişiliğimizin farklı ‘ben’lerinin birbirlerine nasıl düşman olduklarını görmeyi başaramıyoruz. Bir insan bu çelişkilerin hepsini hissedecek olsaydı, gerçekten ne olduğunu hissederdi. Delirdiğini hissederdi. Dahası, bunun gibi bir düşünce İnsan’ın özsaygısını ve özgüvenini yok eder, enerjisini zayıflatır. Şu veya bu biçimde bu düşünceye hükmetmeli ya da onu uzaklaştırmalıdır. Ya bu çelişkileri yok etmeli ya da onları görmeyi ve hissetmeyi durdurmalıdır. Ama onun içinde tamponlar oluşturulursa çelişkileri hissetmeyi durdurabilir; çelişkili görüşlerin, duyguların ve çelişkili sözlerin çarpışmasının yarattığı darbeyi hissetmeyecektir.
Tamponlar yavaş yavaş ve aşama aşama oluşturulur. Birçok tampon, eğitim yoluyla yapay olarak oluşturulur, bazıları da bizi kuşatan hayatın ipnotik etkisiyle oluşturulur. Bir insan tamponlar aracılığıyla yaşayan, konuşan, düşünen ve hisseden insanlarla kuşatılmıştır. Fikirleri, eylemleri ve sözleri bakımından onları taklit ederek istemeden de olsa benzer tamponları kendisinde oluşturur. Tamponlar, bir insanın hayatını kolaylaştırır. Tamponlar olmadan yaşamak çok zordur. Ama şokları hafifletmek için oluşturulduklarından onu, içsel gelişim olasılığından da uzak tutarlar çünkü yalnızca şoklar bir insanı içinde yaşadığı halin dışına çıkarabilir, yani uyandırabilir.
Kişinin kendi içindeki çelişkileri görmesini özellikle engelleyen şey, tamponlardır. Gerçek Vicdana sahip olması gereken yerde bir İnsan Yapay Vicdan ve tamponlara sahiptir. Herkesin arkasında yanlış ve aptal bir hayatın yılları durmaktadır; her türlü zayıflığın, uykunun, cehaletin, bahanenin, çabasızlığın, sürüklenmenin, göz yummanın, hoş olmayan gerçeklerden kaçınma uğraşının, sürekli kendine yalan söylemenin, başkalarını suçlama ve kötüye kullanmanın, hata bulma eğiliminin, kendini haklı çıkarmanın, boşluğun, yanlış konuşmanın vs. olduğu bir hayat. Sonuç olarak İnsan makinesi kirlidir ve yanlış çalışır. Sadece bu değil, ayrıca yanlış çalışma şeklinden dolayı onun içinde sahte aygıtlar yaratılmıştır. Ve bir İnsan uyanmak, başka bir İnsan haline gelmek ve başka bir hayata başlamak istese bile bu sahte aygıtlar onun iyi niyetleriyle çok fazla çatışır. Bunlara Tamponlar denir. Demiryolu vagonlarındaki mekanizmalara benzerler, bunların fonksiyonu çarpışma şokunu küçültmektir. Fakat İnsandaki tamponlar söz konusu olduğunda, bunların fonksiyonu, kendisinin iki çelişkili yönünün birlikte şuura gelmesini önlemektir.
POZİTİF DUYGULAR
Çalışma, bildiğimiz bütün duyguların genelde nahoş olduğunu öğretmektedir. Örneğin, bir rakibe karşı zafer elde etmek, şu anki seviyemizde hoş bir duyguymuş gibi görünse de aslında çok nahoş bir duygudur. Normalde deneyimlediğimiz hoş duygular bile, gururumuza veya kibirimize dokunulduğu anda birdenbire en nahoş duygulara dönüşürler. Çünkü bütün duygularımız, onlara temas eden kendini sevmeye dayanmaktadır. Çokça pohpohlama varsa, kendimizi çok iyi hissederiz ama pohpohlama yoksa kendimizi yılgın hissederiz. İşte bu nedenle, ister hoş ister nahoş olsun kişinin duygularına güvenmemesi çok iyi bir şeydir ve özellikle de kişi heveslere güvenmemelidir.
Çalışma, değişmeyen duygular olduğunu da öğretmektedir; onları pozitif duygular olarak adlandırır. Olağan duygularımızı pozitif olarak nitelemez; onları ya hoş ya da nahoş olarak niteler. Çalışma, henüz gerçek duygulara sahip olmadığımızı öğretir. Kendi deneyimimden yola çıkarak, gerçek duyguları zaman zaman çok kısa bir süreliğine hissedebildiğimizi düşünüyorum ve bunlar daima, kendini sevmenin tamamından uzak oluyor. Ama ayrıca, bunların çok nadir olduğunu ve kolaylıkla icat edilebildiğini de düşünüyorum. Şimdi, Çalışma kendi başımıza pozitif duygular oluşturamayacağımızı söyler. Samimi bir biçimde çalışırsak pozitif duyguların bize bazen gelebileceğini ve bunların ödül olarak geldiğini söyler. Ayrıca, Daha Yüksek Duygusal Merkezden gelen pozitif bir duygunun niteliğinin asla karşıtına dönüşmeyeceğini de söyler. Bizim olağan sözde sevgimiz, çok kolayca nefrete dönüşür. Pozitif bir duygunun karşıtı yoktur çünkü karşıt uçlar arasındaki Üçüncü Kuvvete aittir. Hepinizin bildiği gibi, Duygusal Merkezin arındırılması en büyük amaçlarımızdan biridir. Buna yalnızca kendimiz, başka insanlar ve Yeryüzü üzerindeki hayatın anlamı hakkındaki yeni fikirler aracılığıyla Entelektüel Merkezin arındırılmasıyla erişebiliriz. Zihin yeni Hakikat’i görmeye başladığında, Duygusal Merkez de bu sahte duyguları terk etmeye başlayabilir. Nihai hedef, pozitif duyguları alabilmesi için Duygusal Merkezi uyandırmaktır. Ve bu, şimdiki halimizde bizden çok uzakta olsa da hepimiz, şimdiki Duygusal Merkezimiz ve bundan kaynaklanan duygusal durumlarımız üzerine ne kadar çok çalışmamız gerektiğini gayet iyi biliyoruz.
ANLAMLAR DÜNYASI
Nesne ve onun size ifade ettiği anlam, iki farklı şeydir. Diyebilirim ki bu ilk ayrımdır. Eski anlamın canlandırılması ya da şu anki olaya, bu olayın sizin için mekanik olarak ifade ettiği anlamdan farklı bir anlamın kasıtlı olarak yüklenmesi Çalışmamın pratik yanıyla ilgili temel fikirlerden birini oluşturur. Bu, dışsal olay hakkında değil anlam hakkında çabadır. Çabalar, uzun yürüyüşlere çıkmak ya da sigarayı bırakmak gibi dışsal şeyler değildirler. Çalışma çabaları, kişinin kendisi bakımından, hayatı ve onun sürekli tekrarlayan olaylarını ele alış biçimi bakımından içsel bir çabadır. Çalışma çabası, yaşam olaylarıyla ilişkimizin tamamıyla ilgilidir. Bir kişi, bir olaydır. Siz hayat olaylarının bir işlevi iseniz, mekaniksiniz demektir. Evet ama bunun anlamı nedir? İşler iyi giderse, kendinizi harika hissedersiniz; işler kötü giderse, içiniz kararır, bunalıma girer ya da negatif olursunuz vb. Sonrasında, hiçbir şeyi dönüştüremezsiniz. Bu Çalışma’nın “Psiko-Dönüşümcülük” olduğu söylendiğinde kastedilen buydu. Psiko-Dönüşümcülük nedir? Bu, kişinin şeyleri ele alış biçimini psikolojik olarak dönüştürmesi gerektiği anlamına gelir. Yine de insanlar Çalışma’nın dışsal koşulları, şeyleri, eşyayı dönüştürmesi gerektiğini düşünürler. Hayır, bu nasıl mümkün olabilir ki? Hayatı değiştiremezsiniz. Ama dışsal koşulların anlamı, sizin için dönüştürülebilir.
Zihinsel çabanın ne anlama geldiği üstünde biraz duralım. Bu çalışma zihinden başlar, bedenden değil. Zihni değiştirmekten söz eder. Sizden ilk olarak bedensel alışkanlıklarınızı değil, her şeye bakış biçiminizi, örneğin kendi hayatınızı ele alışınızı, kendiniz hakkında düşünüş tarzınızı, diğer insanları ele alış biçiminizi ve onlar hakkındaki düşüncelerinizi değiştirmekten söz eder. Yani bu zihnini değiştirmek veya zihnin ötesine geçmekle başlar. Bu, şeyler ve insanlarla ilgili anlamlarınızı değiştirmek demektir. Çok daha fazlası demektir. Ama yaşamdaki anlamlarınızı değiştirmek demektir. Herkes yavaş yavaş büzülen, dar bir anlam dizisi içinde yaşamaktadır. Çalışma ise yeni anlamlardır.
Anlam düzensiz, uçucu bir şeydir. Örneğin, kendisi için hayali bir anlamı, bir tabloyu devamlı olarak “kabul ettirmeye” çalışan bir kişi, bıktırıcı hale gelir. Şeylerin kendi yerleri ve zamanları vardır ve bizler sıklıkla bunu görmeyiz. Fakat bugün, sözünü ettiğim şey, kelimeye dökülmeksizin veya başkalarına dış davranışlar halinde sunulmaksızın, şeylerin kişinin içinde nasıl kendi yerleri ve zamanları olduğu. Bu bağlamda, kişinin kendi içinde, içsel olarak gerçek ve yeni bir anlamı bir kere yakalamasının ama sonra yakalayamamasının mümkün olabileceğini fark etmemiz gerekmektedir. Hatırlayın, Enegram döner. Onun farklı anlam ve kuvvet noktaları dönmektedir. Bugün gördüğünüz şey yarın -hatta bir saniye sonra- mümkün olmayabilir. Ama geri dönecektir. İşte, mesele budur. Geri gelecektir. Tüm psikolojik gelişim yeni anlamlar -daha incelmiş anlamlar- görmeyi içerir. Bizi geliştiren şey anlamdır. Çaba ile, Çalışma ile yeni anlamlar yakalamaya başlarız. Yakalamazsak, o zaman değerlendirmemizde bir şeyler ters demektir. Henüz kişisel saygılarında ve alışkanlık halindeki görüşlerinde kristalleşmemiş olanlardan söz ediyorum. Başlangıçta bu Çalışma hakkında düşünmenin en iyi yolu, kesinlikle anlamdır. Bu Çalışma’nın fikirleri; yeni bir radyo istasyonu gibi, üstünde iş gördüğü şeyi dönüştüren maya gibi yeni anlamları iletmeli, aktarmalıdır. Bu Çalışma, kendi kendini dönüştürmektir. Buna rağmen, kişi olduğu gibi kalıyor, hayatı ele alış biçimini değiştirmeye uğraşmıyor ama Çalışma’nın şu an o kişinin olduğu hale bir şeyler eklemesini bekliyorsa, bir hata yapılmıştır. Bu hata, ezoterik öğretinin her yanlış biçiminde hüküm sürmektedir.
PSİKOLOJİK UZAY
Herkes kendi içinde, fiziksel anlamda bildiğinden çok daha büyük bir psikolojik alana ya da ülkeye sahiptir. Dünyayı dolaşmamış olabilirler, yalnızca kendi küçük köylerini biliyor olabilirler ama psikolojik olarak fiziksel alan ve fiziksel mekana tam olarak karşılık gelen belirli bir yerde ikamet ederler. Kendinizi gözlemlemeye başladığınızda, sizde fiziksel uzaydan ayrı olarak psikolojik uzay olduğunu görmeye başlayacaksınız. Belirli bir anda, tıpkı dışsal fiziksel anlamda hırsızlar, soyguncular vb. ile dolu karanlık, kötü bir sokaktaymış gibi kendinizde de çok kötü bir yerde olmanın ne anlama geldiğini kavramaya başlarsınız. Kendimizde tehlikeli ve kötü bir yerde olabileceğimizi anlamak ve bunun, insanın kendine yönelik çok miktarda objektif güç gerektirdiğini fark etmek uzun zaman alır.
Şimdi, her şeytan ve melek, kendini gözlemleyişiniz aracılığıyla erişebileceğiniz bu psikolojik ülkede, zaten sizdedir. Şehirler, çöller ve ormanlarla kaplı olup bütün bu şeytan ve meleklerle dolu olan bu uçsuz bucaksız ülke, kendini gözlemleme aracılığıyla öğrenmek zorunda olduğumuz ülkedir. Bu ülkede de, tıpkı duyularımız aracılığıyla önümüze serilen dışsal dünyada hareket ederken ki kadar akıllıca ve dikkatlice hareket etmeliyiz.
İçinde yaşadığımız görünmez dünya hakkında olduğu için zordur ve yalnızca şuurumuzla erişebildiğimiz bu görünmez dünyada nereye gittiğimiz ve ne yaptığımız bu kadar önemlidir. Çalışma bu görünmez dünya hakkındadır; bu görünmez dünyada hangi ayrımları yapmamız ve hangi yönlerde ilerlememiz gerektiğini öğretir. Ama doğal olarak ne düşündüğümüz veya hissettiğimizden çok, özdeşleştiğimiz ve “ben” dediğimiz düşüncelerin ve hislerin önem taşıdığını anlamakta çok zorlanırız. Çalışma çabası kişinin içinde olduğu görünmez dünyanın farkına varmasıyla başlar. Ama bu, belirli türden bir dikkat çabasını ve ayrıca, belirli türden bir bilginin uygulanmasını gerektirir. Demek ki kendimizi Çalışma’nın bilgisinin söylediklerinden yola çıkarak gözlemlememiz gerekir. Bilgiye sahip değilseniz, kendinizi doğru gözlemleyemezsiniz. Burada neyin kastedildiğini biraz olsun görmedikçe, çalışamayacağınızı anlayın. Kendinizi kendiniz olarak kabul etmek ve sadece Çalışma’yı bu gelişmemiş içsel duruma eklemek, faydasızdır. Her şeyi yanlış yapacaksınız. “İnsanın psikolojik olarak bulunduğu yerden uzaklaşabilmesi için öncelikle kendini ikiye ayırması gerekir.” İnsanların ve kendinizin, uzayda ve zamanda zengin veya fakir, uzun veya kısa, yaşlı veya genç olarak var olmasının yanı sıra bu görünmez psikolojik dünyada da belirli bir seviyede bulunduğunu hepiniz kavramalısınız. Öyleyse sorun: Neredeyim? Kendinize bu soruyu sorun ve fark edin. Burada neyin kastedildiğini biraz olsun göremedikçe, bu Çalışma’yı yapmaya başlayamayacağınızı tekrarlamak istiyorum.
Psikolojik ülkenizde kötü bir yerdeyseniz, en büyük fiziksel konforla çevrelenmiş olsanız bile ıstırap çekeceksiniz. Nefret ettiğinizi düşünelim. Yemekli davetler bunu iyileştirir mi? Dolayısıyla, bir insan kendinde birçok yere, varlığının evinde birçok odaya sahiptir. Kendinizde nerede yürümektesiniz? Psikolojik ülkenizde nereyi sürekli olarak ziyaret etmektesiniz? -Örneğin, kinciliğinizi mi?- Mutsuz olduğunuzdan şikayet edersiniz ve maddi açıdan daha rahat olsaydınız, daha mutlu olacağınızı hissedersiniz. Bir noktaya kadar bu doğru olabilir çünkü yoksulluk ezici bir şeydir. Ama kendinizde daima tatsız yerlerde yürüme alışkanlığınız varsa, herkesten nefret ediyorsanız, herkesi kıskanıyorsanız maddi zenginlikler mutluluğunuza çare olmaz. Bu, dışsal bir mesele değildir. İşte bu nedenle, belirli miktarda bir beceriklilikle dış hayatta yürümeyi öğrendikten sonra, kendimizde nasıl yürüyeceğimizi ve kendimizde hangi odalarda, hangi katlarda yaşayacağımızı ve bu evde ve bağlantı kollarında hangi “benzerle yaşayacağımızı öğrenmemiz için başka bir eğitime ihtiyacımız vardır. Çünkü her katta, her seviyede farklı düşünme ve hissetme söz konusudur ve hangisinin daha iyi olduğunu öğrenmemiz gerekir.
UYKU
Uyku fikrinde yeni olan hiçbir şey yoktur. Aşağı yukarı dünyanın yaradılışından beri, insanlara uykuda oldukları ve uyanmaları gerektiği söylenmiştir.
İnsan aksiyon varlığı değildir. Karşılaştığı dışarıdan gelen etkilere reaksiyon göstererek yaşamaktadır. Makine insanın bir anlamı da budur. Gerek duygusal alanda gerekse zihinsel ve fiziksel alanlarda sürekli olarak reaksiyonlarla yaşamaktadır. Bunun farkında olmaması ise uykuda yaşadığının bir göstergesidir.
İnsan, derin bir şekilde uyuduğu ve tamamen düşler içinde bulunduğu sürece, uykuda olduğu gerçeği hakkında dahi düşünemez. Uykuda bulunduğunu düşünseydi uyanırdı. Bundan böyle her şey olduğu gibi devam etmektedir. Ve insanlar, bu uyku yüzünden neler kaybettikleri hakkında en küçük bir fikir sahibi bile değillerdir. Halen söylemiş olduğum gibi, bu düzeni içinde, yani doğanın onu yarattığı durumda bulunmakla insan, sübjektif şuurlu bir varlık haline gelebilir. O, böyle yaratılmış, böyle doğmuştur. Fakat, uyumakta olan insanlar arasında doğmuştur ve tabii ki, kendisi hakkında şuurlanmaya başlaması gerektiği tam o anda onların arasında uykuya dalar. Bunda her şeyin rolü vardır: Yaşlı insanların çocuk tarafından elde olmadan taklit edilmeleri, istemli ve istemsiz telkinler ve ‘eğitim’ adı verilen şey. Çocuktan gelecek her uyanma hareketi, derhal durdurulmaktadır. Bu, kaçınılmazdır. Ve daha ileride, binlerce uyumaya zorlayan alışkanlık yığıldığında, uyanmak için pek çok çaba ve büyük çapta yardım gerekli olur. Ve bu pek nadiren gerçekleşir. Çoğu kez, insan, henüz daha çocukken uyanma imkanını kaybeder; bütün hayatını uykuda geçirir ve uykuda ölür. Dahası, birçok insan, fizik bedeninin ölümünden çok önce ölür.
Uykuda kalmasının sebeplerinden biri İnsanın kendi bodrumunda, kendi daha düşük kısımlarında, içgüdü ve hareket -yani duyu, arzu ve kassal aktivite- merkezlerinde yaşamayı tercih etmesidir. Fakat çalışmanın birinci amacı, İnsanları çalışmanın fikirleri hakkında ve çalışmanın fikirlerinden yola çıkarak düşündürtmek olduğundan, yorumlar denen şey çalışmada yer alır.
ÖZ – KİŞİLİK
Söylendiği gibi, insan bir öz olarak doğar ve bu, onun gerçek parçasını, gerçekten büyüyüp gelişebileceği parçayı oluşturur. Ama ondaki bu parça, ancak çok az büyüyebilir. Diyelim ki üç veya dört veya beş yaşından sonra kendi kendini daha ileri doğru geliştirecek kuvvete sahip değildir. Buna insanın birinci aşaması diyelim. Yani insanın birinci aşaması, kendi başına belirli miktarda gelişebilme kapasitesine sahip saf özdür ama kısa sürede daha fazla büyüyemediği bir noktaya gelir. Dediğim gibi, bu sistem bir insandaki özün kendi başına ancak az miktarda büyüyebileceğini öğretir. İnsanın özü kendi başına, yardımsız ancak küçük bir miktarda büyüyebilir ve böyle bir insan aslında küçük bir çocuktan başka bir şey değildir. Şimdi, bunun daha da büyümesi için bir şeylerin olması gerekir. Özün çevresinde bir şey kendini biçimlendirmelidir ve buna kişilik denir. Öz, aslında kendisine yabancı, hayattan edinilen, duyular yoluyla içeri giren bir şey tarafından çevrili hale gelmelidir. Küçük bir çocuk kendisi olmaktan vazgeçer ve kendisinden farklı bir şey haline gelir. Size anlatıldığı gibi, onun ağırlık merkezi özden kişiliğe geçmeye başlar. Çocuk her tür şeyi öğrenir, her tür şeyi taklit eder vs. Kişiliğin öz etrafında, özün gelişimi için gerekli olan bu biçimlenişine insanın ikinci aşaması denebilir. Özün gelecekteki gelişimi, çevresinde kişiliğin oluşmasına bağlıdır. Eğer çevresinde çok zayıf bir kişilik biçimlenirse, üçüncü aşamaya geldiğimizde sözünü edeceğimiz, özün daha da büyümesine çok az yardımcı olacaktır. İkinci aşamada kişiliğin oluşumu meydana gelir ve denildiği gibi, kişilik ne kadar zenginse o kadar iyidir. insan sürekli olarak özden gelişip büyüyemez çünkü öz kendi başına büyüyemeyecek kadar zayıftır. Özün daha da büyümesi her şeyden önce kişiliğin oluşumuna bağlıdır ve kişilik ne kadar zenginse en nihayetinde özün gelişmesi de o kadar iyi olur ama sıradan anlamda söylemek gerekirse, kişiliğin oluşumu yaşamın amaçları için oldukça yeterlidir. Bir insan kendisini iyi bir konumda bulur; kendisinde zengin bir kişiliğin oluşması sayesinde hayatla başa çıkabilmektedir. Eğer tatmin olmuşsa, o kişi yaşamın tüm amaçları bakımından yeterlidir. Fakat bu çalışma, bu öğreti insanın daha ileri bir aşaması hakkındadır; bu aşamaya üçüncü aşama diyeceğim.
İnsanın üçüncü aşaması, içindeki öz büyüyebilsin diye kişiliğini pasif hale getirdiği zamandır. Ve sonuç olarak bu noktada bir insanın karşılaşabileceği üç öğretim biçimi vardır. Öz olarak, küçük bir bebekken, annesinden basit fikirler duyar ve daha sonra göreceğimiz gibi bu basit fikirler önemlidir. Sonra hayata başlar ve dünyaya doğmuş olduğu dönemin fikirlerini öğrenir. Bu onun ikinci aşamasıdır; bu aşamada ezberleme sistemlerini öğrenir, yazışma dersleri alır, sınavlardan geçer vs. Kişilik oluşmaktadır.
SAHTE KİŞİLİK – İMAJİNATİF BEN
Kişiliğin oluşumundan belli bir süre sonra kişiliği çevreleyen sahte benlikler topluluğu vardır ki buna da sahte kişilik diyoruz. Sahte kişilik, çocuklukta oluşturduğumuz kişilikten daha tehlikeli bir durum ortaya koymaktadır. Kişilik belli bir miktarda gerekli ve zorunluyken sahte kişiliğin böyle bir zorunluluğu yoktur. Ve insanın en önemli ıstırap kaynaklarından biri bu sahte kişiliktir. Çünkü tüm negatif duygular, yalanlar, kale almalar sahte kişiliğin varlığından dolayı ortaya çıkarlar.
Hem insanın içsel dünyasında, hem de insanlar ve onlar arasındaki olası insan ilişkilerinin ortak yaşam küresinde meydana gelen hemen hemen tüm yanlış anlamaların temel nedeni, hayatın hazırlık devresinde oluşan, Sahte Kişilik denen bu psişik faktördür. Bir insandaki bu psişik faktörün harekete geçirilmesi, sorumlu yaşam devresi sırasında ve ondan önce, kibir ve kendini beğenme duygularına sebep olur. Sahte Kişiliğin harekete geçirilmesinden meydana gelen bu duygular, Duygusal Merkezin normal gelişim yolunun üzerinde dururlar. Aynı şekilde herhangi bir şuur gelişiminin yolunda da durdukları söylenebilir. Üçüncü Şuur Durumunu, Kendinin Farkında Olma Durumunu engellerler.
İmajinatif “Ben” ise, daima şuurlu yanıt veren, şuurlu ve tutarlı davranan gerçek bir değişmez “Ben”e sahip olduğumuz imajinasyonudur. Değişmeyen ve her zaman aynı olan tek bir kişi olduğumuzu hayal ederiz. İmajinatif “Ben” bize sahte, gerçekdışı bir birlik algısı sunan şeydir. Hayatlarımızı Sahte Kişilik ve İmajinatif “Ben”in ürettiği gerçeklik üzerinden sürdürmeye çalışırız. G. bir keresinde şöyle demişti: “İnsan’ın daima bir ve aynı olduğunu düşünmesi en büyük hatadır. Bir insan asla uzun süre aynı kalamaz. Sürekli değişiyordur ama yine de kendinin her zaman aynı ‘Ben’ olduğunu hayal eder. Ondaki ‘Ben’in an be an değiştiğini kabul etmesi zordur. Bir birlik, gerçek bir kişi olduğundan emindir. Ama beş dakika için bile nadiren aynı kalır.
Sahte Kişiliği ve İmajinatif “Ben”i gözlemlememiz ve bu hayali gerçekliğin ötesine geçip her şeyin tamamen farklı olduğu daha derin bir gerçekliğe ulaşmaya Çalışmamız gerektiğini Çalışma işte bu yüzden bu kadar çok vurgulamaktadır.
ŞUUR DURUMLARI
Dört şuur durumu mümkündür fakat sıradan İnsan ancak iki tanesinde yaşar veya iki tanesini bilir ve Çalışma’da, her ikisine de uyku durumu denir. Birinci ya da en düşük şuur durumu bedensel uykudur, bir insanın neredeyse hiç hareket etmeden yatağında yattığı pasif durumdur.
Bir insan hayatının üçte birini, hatta daha fazlasını bu durumda harcar. İkinci şuur durumu, insanların hayatlarının kalan kısmını harcadıkları durumdur: kollarını ve bacaklarını hareket ettirdikleri, yürüdükleri, konuştukları ve tabi kitaplar yazdıkları, politikada yer aldıkları, birbirlerini öldürdükleri vs. durum. Bu sözde uyanık durum içinde, bir insan ne kendisinin ne başkasının şuurundadır. Karanlık içinde yaşar ve ölür.
Üçüncü şuur durumu, Kendini Hatırlama veya Kendinin Şuurunda Olma ya da Kendinin Farkında Olma durumudur. Bu duruma zaten sahip olduğumuzu ve her zaman kendimizin farkında olduğumuzu ve ne yaptığımızın tam şuurunda olarak hissettiğimizi, düşündüğümüzü ve hareket ettiğimizi düşünmek adettendir. Fakat Batı bilimi, bu şuur durumuna sahip olmadığımız gerçeğini gözden kaçırmaktadır. Ve bunu kendi içimizde tek başına ivedi arzu ile yaratamayız ya da bundan sonra her zaman bir Kendinin Şuurunda Olma durumunda yaşayacağımıza karar veremeyiz. Fakat bu üçüncü durum, kendisi olan İnsan’ın doğal hakkıdır ve İnsan buna sahip değilse, bunun nedeni yaşamının yanlış koşullarıdır. Bugün bu şuur durumu, sadece ender parıltılar tarzında meydana gelir ve ancak uzun pratik ve deneme yanılma yoluyla bir insan kendi içinde Kendini Hatırlama durumunu yeniden kurmaya başlayabilir.
Dördüncü şuur durumuna Objektif Şuur Durumu denir. Bu haldeyken, bir insan her şeyi olduğu gibi görebilir. Bu şuur durumu da İnsan’da flaşlar halinde gerçekleşebilir. Tüm ulusların dinlerinde, ‘Aydınlanma’ veya başka türden kavramlarla adlandırılmaya çalışılan ama aslında, sözcüklerle tarif edilemeyecek olan bu türden bir şuur durumunun olası olduğuna dair işaretler mevcuttur. Ama Objektif Şuura giden tek Doğru Yol, Kendinin Şuurunda Olmanın gelişiminden geçer.
Sıradan bir insan, Objektif Şuur durumuna yapay olarak getirilirse ve sonrasında da sıradan haline döndürülürse, hiçbir şey hatırlamayacak ve bir süreliğine şuurunu yitirdiğini düşünecektir. Ama bir insan kendinin şuurunda olma durumundayken Objektif Şuur’un ani çakmalarını yaşayabilir ve bunları hatırlayabilir. İnsan’da Dördüncü Şuur Durumu, tamamen farklı bir varlık durumu anlamına gelir ve içsel gelişimin ve kişinin kendi üzerinde yaptığı uzun ve yorucu bir çalışmanın sonucudur.
İNSAN KATEGORİLERİ
Bu çalışma öğretisinde, insanlık, hepsi bir ve aynı seviyedeymiş gibi ele alınmaz. İnsan farklı kategorilere bölünmüştür. Tamamen farklı türde insanlar vardır. Her şeyden önce, 1 No.lu, 2 No.lu, 3 No.lu insanın var olduğu mekanik insanlık çemberi vardır. Sırasıyla, bunlar temelde tek merkezini kullanan insanlardır: 1 No.lu insan durumunda içgüdü-hareket merkezini, 2 No.lu insan durumunda duygu merkezini ve 3 No.lu insan durumunda düşünce merkezini kullanır. Bu içgüdü-hareket insanı, duygu insanı ve düşünce insanı temelde “tek merkezli” olduklarından ötürü her şeyi farklı görürler, sadece bir kenarından ve bir merkezden görürler.
Daha sonra 4 No.lu insanın oluşturduğu ara bir çember gelir. Bu çember hayat içinde meydana gelmez, çalışmanın sonucu olarak meydana gelir. 4 No.lu insanda bütün sıradan merkezler geliştirilir, bu yüzden tek-yönlü bir insan değildir ve “dengeli insan” diye adlandırılır. 4 No.lu insanlar birbirlerini anlayabilmeye ve kendilerindeki şiddetin üstesinden gelmeye başlarlar. Bundan sonra birbirini anlayan, şiddete dayanmayan, sadece sıradan merkezlerinde değil, daha yüksek duygu ve daha yüksek mantal merkezlerde daha düşük bir boyuttan daha yüksek bir boyuta doğru şuurlanma gücüne sahip 5 No.lu, 6 No.lu, 7 No.lu insanlar tarafından oluşturulan şuurlu insanlık çemberi gelir. Bu merkezler mekanik insanlığın -yani uyuyan insanlığın- duyarsız olduğu veya daha doğrusu “duyamadığı” tesirleri yayar.
VARLIK – BİLGİ SEVİYESİ
İnsanın gelişmesinin üzerinde gerçekleştiği iki çizgi vardır: Bilgi çizgisi ve varlık çizgisi. Doğru tekamülde, bilgi çizgisi ile varlık çizgisi aynı zamanda, birbirlerine paralel olarak, birbirlerine yardımcı olarak gelişirler. Fakat bilgi çizgisi, varlık çizgisinden daha uzun olursa veya varlık çizgisi bilgi çizgisinden uzun olursa, insanın gelişmesi yanlış olur; er veya geç gelişme durur.
Batılılar insanın bilgi seviyesine çok değer verirler ama insanın varlığına değer vermedikleri gibi kendi varlıklarının aşağı seviyede olmasından utanç duymazlar. Bunun ne anlama geldiğini bile anlamazlar. Ve insanın bilgisinin, varlığının seviyesine bağımlı bulunduğunu anlamazlar.
Eğer bilgi, varlığı fazlasıyla aşarsa teorik, soyut ve uygulanamaz bir duruma gelir veya gerçekten zararlı olur. Çünkü bu durumda bilgi, yaşama hizmet edeceğine, insanlara karşılaştıkları güçlüklerle daha iyi bir biçimde savaşmakta yardımcı olacağına, onların yaşamlarını zorlaştırır; önceden mevcut bulunmayan yeni güçlükler, yeni felaket ve belalar doğurur.
Bunun nedeni, varlık ile uyumlu olmayan bilginin, insanın gerçek ihtiyaçlarını karşılayacak kadar büyük olamaması veya bu ihtiyaçlara yeter derecede cevap verememesidir. Bu bilgi, daima bir başka şeyin bilgisizliğinin yanı başında bir şeyin bilgisi tarzında olacaktır; yani bütünün bir bilgisi olmaksızın ayrıntıların bir bilgisi, özün bir bilgisi olmaksızın biçimin bir bilgisi…
Genel olarak, bilgi ile varlık arasındaki denge, birinin veya diğerinin ayrı ayrı gelişmesinden daha da önemlidir. Ve bilginin veya varlığın ayrı ayrı gelişmesi, ne olursa olsun, arzu edilir bir şey değildir. Bununla beraber sıklıkla insanlara özellikle çekici gelen, kesinlikle, bu tek taraflı gelişmedir. Eğer bilgi varlığı aşarsa, o insan bilir ama yapma gücüne sahip değildir. Bu, yararsız bilgidir. Diğer taraftan, varlık bilgiyi aşarsa, o insanın yapma gücü vardır ama bilmemektedir, yani bir şey yapabilir ama neyi yapacağını bilmez. Kazandığı varlık, gayesiz hale gelir ve onu kazanmak için gösterdiği çabaların yararsız olduğu görülür.
TEKRARLAMA
Tarih kendini tekrar eder çünkü insan aynı varlık seviyesinde kalır, yani tekrar tekrar aynı koşulları cezbeder, aynı şeyleri hisseder, aynı şeyleri söyler, aynı şeyleri ümit eder, aynı şeylere inanır. Ve böylece aslında hiçbir şey değişmez. Geçen savaşta yazılan makalelerin hepsi bu savaşta yazılanların aynısıdır ve hep böyle sürüp gidecektir. Ama bizi asıl ilgilendiren şey, aynı fikrin kendimiz ve her bir birey için geçerli olmasıdır. Varlık seviyesinde hiçbir değişim olmadığı sürece, insanın kişisel tarihi de aynı kalır. O kişinin kendi yaşamında her şey kendini tekrar eder; kişi aynı şeyleri söyler, aynı şeyleri yapar, aynı şeylerden pişmanlık duyar, aynı şeyleri işler. Ve tüm bunlar, varlık seviyesinin onun hayatını cezbettiği şeklindeki bu oldukça derin fikirle ilişkilidir.
Bu öğretide, tüm sırrın dış koşulları değiştirmek için çaba harcamamakta yattığını unutmayın çünkü kendinizi ve hayatın tekrarlanan olaylarına yaklaşımınızı değiştirmezseniz, her şey aynı biçimde tekrarlanacaktır. Hayatın tekrarlanan tüm olayları karşısında her zamanki gibi çılgına dönecek, dengesizleşecek, üzülecek, canınızı sıkacak, öfkeleneceksiniz. Hepsine aynı tarzda tepki vereceksiniz çünkü aynı kişisinizdir. Şimdi, Çalışma, önceden olduğunuz makinenin aynısı olduğunuzu söyler. Çalışma’daki amaç sizdeki bu makineliği değiştirmektir. Elbette ki hiç kimse kendinin bir makine olduğunu düşünmez. Ama bir makine olduğunuzu veya geçmişte bir makine olduğunuzu görmek için bir iki yıl süreyle kendinizi gözlemlemeniz yeterlidir.
ÖZDEŞLEŞME
Özdeşleşme, öylesine yaygın bir niteliktir ki, gözlemleme amacıyla onu diğer şeylerden ayırmak güçtür. İnsan, daima bir eş koşma hali içerisindedir; ancak eş koşmanın objesi (nesne) değişir. İnsan, karşılaştığı küçük bir sorunla özdeşleşir, işine başladığı andaki büyük gayeleri tamamen unutur. Bir düşünceyle özdeşleşir ve diğer düşünceleri unutur; bir duyguyla, bir ruh haliyle özdeşleşir ve daha önemli olan diğer düşüncelerini, duygularını ve ruh hallerini unutur. İnsanlar, kendileri üzerinde çalışırlarken ayrı ayrı amaçlarla öylesine özdeşleşirler ki, ormanı görmekte başarısızlığa düşerler. Onlara yakın olan iki ya da üç ağaç onlar için bütün ormanı temsil eder.
Özdeşleşme, en korkunç düşmanlarımızdan biridir çünkü her yere girer ve insanı, onunla mücadele ettiğini sandığı bir anda aldatır. Kendini özdeşleşmeden kurtarmak özellikle güçtür çünkü insan, kendisini en çok ilgilendiren, zamanını, mesaisini, dikkatini harcadığı şeylerle doğal olarak daha kolaylıkla özdeşleşir. Kendisini özdeşleşmeden kurtarmak için insan, sürekli olarak uyanık durmalı ve kendisine karşı acımasız olmalıdır; yani özdeşleşmenin aldığı bütün ince ve gizli biçimleri görmekten korkmamalıdır.
Özdeşleşme, kendi kendini hatırlama için başlıca engeldir. Herhangi bir şeyle özdeşleşen bir kişi, kendi kendini hatırlamaya muktedir değildir. Kendi kendini hatırlamak için öncelikle, özdeşleşmemek gerekir.
KALE ALMA
“Çoğu kez, insan, başkalarının kendisi hakkında ne düşündüğünü, ona nasıl davrandıklarını, ona karşı nasıl bir tutum içerisinde bulunduklarını eş koşar. Daima, insanların kendisine yeter derecede değer vermediklerini, ona karşı yeterli nezaket ve inceliği göstermediklerini düşünür. Bütün bunlar, onu rahatsız eder, düşündürür, şüpheye düşürür ve düşünme faaliyeti sırasında, tahminler yürütürken çok büyük miktarda enerji yitirmesine neden olur, onda insanlara karşı güvensiz ve düşmanca bir tutum doğurur. Bir kişinin ona nasıl baktığı, onun hakkında ne düşündüğü, onun hakkında ne söylediği; bütün bunlar onun açısından büyük önem taşır.”
“Ve sadece ayrı ayrı kişileri değil, fakat toplumu ve tarihin oluşturduğu koşulları ‘kaale alır’. Böyle bir kişiyi rahatsız eden her şey, ona haksız, kanun dışı, yanlış ve mantıksız gözükür. Ve onun yargısının dayandığı nokta, daima şeylerin değiştirilebileceği ve değiştirilmesi gerektiğidir. ‘Adaletsizlik’, pek sık olarak ‘kaale almanın’ onun arkasına saklandığı kelimelerden biridir. İnsan, herhangi bir ‘haksızlığa’ uğradığında haklı olduğuna inanırsa, ‘kaale almayı’ durdurmak artık onun için ‘kendini haksızlık ile uzlaştırmak’ anlamına gelecektir.”
“Sadece haksızlığı ya da başkalarının kendilerine yeter derecede değer vermedikleri durumları değil, örneğin havayı kaale alabilen insanlar da mevcuttur. Bu gülünç gözükebilir ama gerçektir. İnsanlar, iklimi, sıcağı, soğuğu, karı, yağmuru kaale alabilirler; havadan rahatsız olabilir, ona kızgınlık ve öfke gösterebilirler. İnsan, sanki dünyada mevcut her şey, ona zevk vermek veya aksine rahatsızlık ya da tatsızlık yaratmak için özellikle hazırlanmış gibi her şeyi böylesine kişisel bir biçimde ele alabilir.”
“Bütün bunlar ve diğer birçok şey, sadece birer eş koşma biçimidir. Böyle kaale almalar, bütünüyle ‘ihtiyaçlara’ dayanmaktadır. İnsan, kendisinin ne kadar dikkate değer olduğunu başkalarının görmesine, onların kendisine, zekasından, güzelliğinden, kurnazlığından, akıllılığından, soğukkanlılığından, orijinal oluşundan ve diğer niteliklerinden ötürü duydukları saygıyı, itibarı ve hayranlığı sürekli olarak ifade etmelerine içinden ‘ihtiyaç’ duyar. İhtiyaçlar ise, pek sık olarak mütevazı görünümlü kimseler arasında olduğu gibi, insanların kendileri hakkındaki fantastik bir sanıya dayanmaktadır. Örneğin muhtelif yazarlar, aktörler, müzisyenler, sanatkarlar ve politikacılar hemen hemen istisnasız olarak hasta insanlardır. Ve neden dolayı ıstırap çekmektedirler? Öncelikle kendileri hakkında besledikleri olağanüstü kanaatten, sonra ihtiyaçlardan ve sonra kaale almaktan, yani anlayış ve beğeni görmedikleri takdirde cephe almaya önceden hazırlıklı bulunmaktan.”
“İnsandan büyük miktarda enerjinin eksilmesine neden olabilen başka bir kaale alma biçimi daha vardır. Bu kaale alma biçimi, insanda, onun bir başkasını yeter derecede kaale almadığını, o kimseyi yeterli şekilde kaale almadığından dolayı da kendisine karşı olduğunu düşünmeye başlamakla kendini gösterir. Ve belki de bu başkasını yeter derecede önemsemediğini, ona yeterli dikkati göstermediğini, yeterli fırsatı vermediğini düşünmeye başlar. Bütün bunlar, basitçe zaaftır. İnsanlar, birbirlerinden korkmaktadırlar. Bu durum, çok ilerilere gidebilir. Ben, böyle pek çok duruma rastladım. Bu şekilde insan sonunda, olmayan dengesini yitirebilir ve tamamen anlamsız davranışlar sergilemeye başlayabilir. Kendisine kızar, bunun ahmaklık olduğunu düşünür ve durduramaz; halbuki böyle hallerde, bütün mesele, kesinlikle ‘kaale almamaktır’.
HESAP YAPMA, BORÇLU ÇIKARMA, ŞARKI SÖYLEME
Bununla yakından bağlantı, hesap yapma denen özdeşleşme formudur. Kişi İnsanların kendisine borçlu olduğunu hissetmeye başlar; daha iyi davranışlar, daha fazla ödül, daha fazla onay hak etmektedir ve bunların hepsini psikolojik bir hesap defterine, zihninde sürekli çevirdiği sayfalara yazar. Ve böyle bir İnsan kendine o kadar acımaya başlar ki, aynı anda tüm acılarından bahsetmesine izin vermeden onunla herhangi bir şey hakkında konuşmak, neredeyse imkansız hale gelebilir. Bu türden tüm hesaplar, başkalarının size borçlu olduğu tüm duygular ve sizin kendinize hiçbir şey borçlu olmamanız, bir İnsanın içsel gelişiminde çok büyük bir psikolojik sonuçtur. Çalışma’da bir İnsan sadece başkalarını bağışlayarak gelişebilir. Yani borçlarınızı silmezseniz içinizde hiçbir şey gelişemez. İçsel hesaplar yaparsanız, her zaman birisinin size borçlu olduğunu hissedersiniz. Bunun anlamını düşünmeye çalışın ve sonra kendi içinizde bunun anlamını gözlemlemeye çalışın ve son olarak Çalışma’nın söylediğini yapmaya, yani ondan ayrılmaya çalışın. Ve bunun kolay olduğunu sanmayın. Çalışma, kendi üzerinizde çalışma -sıkı çalışma- anlamına gelir. Bu Çalışma’nın, gerçekten çalışmak ve kendini değiştirmek isteyen İnsanlar için olduğunu hatırlayın; dünyayı değiştirmek isteyenler için değildir.
Bugün Çalışma’da “Kendi Şarkını Söyleyen” denilen bir İnsanın bu yönünden söz edelim. Bu yön, içsel kale almaya -içsel hesaplar yapma- yani size borçlu olunduğu duygusuna ve bunların hafızaya kaydına dayanır. Herkes bu anlamda söyleyecek bir şarkıya sahiptir. Yaşamınız boyunca ne tür içsel hesaplar yaptığınızı gerçekten bilmek istiyorsanız, hep “söylediğiniz şarkıları” fark etmeye başlayın. Çalışma’da bir İnsana “iyi şarkıcı” deniliyorsa, bu onun söylediği şarkılara gönderme yapar. Bazen İnsanlar şarkılarını hiçbir cesaretlendirme olmadan söylerler ve bazen de birkaç bardak alkolden sonra alenen (ulu orta) şarkı söylemeye başlarlar. Onlara ne kadar kötü davranıldığı, hiçbir zaman gerçek bir fırsata sahip olmadıkları, eskiden sahip oldukları şöhreti, onların zorluklarını kimsenin anlamadığı, yanlış evlilik yaptıkları, anne babalarının onları anlamadıkları, aslında ne kadar hoş İnsanlar oldukları, hiç takdir görmedikleri, hep yanlış anlaşıldıkları vs. hakkında şarkı söylerler ve bunların tümü, kendileri dışında herkesin suçlu olduğu anlamına gelir. Bunların tümü içsel hesaplar yapmaktır ya da daha doğrusu, içsel hesapların sonucudur. İçsel kale almanın biçimlerinden biridir.
Niçin bu Çalışma’da şarkılardan olabildiğince kurtulmak gerektiğini düşünüyorsunuz? Ender vesilelerle donuk bir sesle söyleninceye ve belki de sonunda hiç söylenmeyinceye kadar onları fark etmek, aç bırakmak, uzaklaştırmak, kişinin hayatında merkezi bir pozisyonun dışına itmek niçin gereklidir? İçeride sizi sakat bırakırlar. Enerji alırlar. Siz cesurca -hepiniz cesur gülüşü bilirsiniz- gülersiniz ama hepsi yalandır. Çalışma’da iyi bir şarkıcı, kendisinin ötesine ulaşamaz. Kendi hesapçılığının kurbanıdır. Herhangi bir şey zor olduğunda şarkı söylemeye başlar. Bu onu durdurur: bu İnsan gelişemez. Belki ağlamaya başlar. Varlık seviyesini değiştiremez. Bulunduğu durumun, yani üzücü şarkılarla sakatlanmış olmanın ötesine ulaşamaz. Bu bir varlık işaretidir. Varlık, sizin ne olduğunuzdur ve varlığı değiştirmek için kişi, olduğu gibi olmamalıdır. Bazı zor durumlarda kendi üzerinde çalışmak yerine bu İnsan derhal, belki çok hoş ve sessiz bir şekilde şarkı söylemeye başlar. Kendisiyle çok sert şekilde konuşulur ya da eleştirilirse kendine acımaya başlar ya da çok öfkelenir ve anlaşılmadığını hisseder vs. Ve sonra kendisine ya da başkalarına -özellikle kendisini kulak veren İnsanlara- yumuşak bir şekilde şarkı söylemeye başlar. Sıklıkla İnsanlar, sırf şarkı söylenmesi kolay olduğu için bazı İnsanlarla arkadaşlık kurarlar ve arkadaşları bir şekilde onlara “kapa çeneni” anlamında bir şeyler söylerse, o kadar derinden kırılırlar ki gidip yeni bir arkadaş, onu gerçekten anlayacak -öyle derler- birini ararlar, bir İnsan başka bir İnsanı sanki öylesine, kolayca anlayabilirmiş gibi. “Keşke” derler. Başka birini anlamak için, kişi önce kendini anlamalıdır ve bu yalnızca kendi üzerinde uzun süre çalıştıktan ve gerçekten neye benzediğine dair kısa bakışlar yakaladıktan sonra başlar. İyi bir şarkıcı kesinlikle kendini anlamaz. Yanlış anlaşıldığıyla ilgili şarkı söylemeyi tercih eder ve dolayısıyla, içinde kendisinin merkez olduğu ve her şeyin buna göre düzenlendiği çok şahane bir dünyanın hayalini kurar. Bu tutum ve bu hayaller bir zayıflık yaratır, daha doğrusu bütün hayatı boyunca bedelini ödemek zorunda kalabileceği gerçek bir psikolojik hastalık yaratır.
NEGATİF DUYGULAR
Duygular alanında, olumsuz duyguları hemen ifade etme alışkanlığı ile savaşmaya çalışmak çok yararlıdır. Pek çok kimse, kötü hava hakkındaki duygularını ifade etmekten kaçınmayı çok zor bulur. Bir şeyin ya da bir kimsenin, düzen veya adalet olarak benimsediklerini bozduğunu hissettiklerinde, olumsuz duygularını ifade etmemeleri insanlar için daha da zordur.
“Olumsuz duyguları ifade etmemeye karşı yapılan mücadele, kendi kendini gözlemleme için çok iyi bir yöntem olması yanında, aynı zamanda diğer bir özelliğe de sahiptir. Bu mücadele insanın, diğer istenmeyen alışkanlıkları yaratmadan, kendisini ya da alışkanlıklarını değiştirebileceği az sayıdaki yollardan birisidir. Bu nedenle, kendi kendini gözlemleme ve kendi kendini inceleme, başlangıçtan itibaren olumsuz duyguları ifade etmeye karşı verilen mücadeleyle birleşmelidir.
KARANLIK YAN
Kendini bilmenin bütün hedefi, kendimizin bilgisini çok daha şuurlu hale getirmektir. Buradaki temel fikir, kendinizde bilmediğiniz ve kabul etmediğiniz birçok şeye -yani kendinizin farkında olmadığınız şeyler-sahip olduğunuzda, bu şeylerin hayatınızı çok karmaşıklaştıracağı ve kendini bilme aracılığıyla kaçınılabilecek her tür koşula neden olacağıdır. Genel olarak, kendimizin bu bilinmeyen ya da farkına varılmayan yanını başka insanlara yüklediğimiz, modern psikolojideki bir terimi kullanacak olursak, kendimizin bu yanını yansıtıp onu başka insanlarda gördüğümüz söylenebilir.
Çalışma’daki genel bir kural olarak, bir kişiyle ilgili bir sorun yaşadığımızda aslında kendimizde çalışmamız gereken şeyle karşı karşıya olduğumuzdan emin olabiliriz. Diğer insanlarda çokça eleştirdiğimiz şey, kendimizin bilmediğimiz ya da tanımadığımız karanlık yanında yatmakta olan bir şeydir. Bu karanlık yanı, kendinizin bu farkında olunmayan ve bilinmeyen yanını yalnızca diğer insanlara yansıtılmışken görürsünüz, öyle ki her şey hep onların suçudur, asla bizim suçumuz değildir.
Bizi bu küçük şuur alanında tutan şey tamponların, kendimize dair resimlerin, sabit
fikirlerin, negatif tutumların eylemidir. Böyle bir koşulun içinde olduğumuzda, kendimizin karanlık yanı çok büyüktür ama kendini gözlemlemenin ışığı bu karanlık yanı aydınlatmaya başlayınca, kendimize dair şuurumuz kendini bilme aracılığıyla artar ve zamanla, kendimizi eskiden hissettiğimizden farklı hissetmeye başlarız. Bizdeki “Ben”in ağırlık merkezi değişmeye başlar. Bir başka deyişle, İmajinatif “Ben”, şu her zaman hizmet
ettiğimiz ve koruduğumuz, hiç de biz olmayan “Ben” çözülmeye başlar. Hiçbir şekilde hayal ettiğimiz gibi olmadığımızı görürüz ve bu gerçekleştiğinde, diğer insanlarla ilişkilerimiz de genişler. Önyargılar, şiddetli hoşlanmalar ve hoşlanmamalardan oluşan dar bir dünyada yaşamak yerine, kendimizdeki şuurun genişlemesi sayesinde kendimizi diğer insanlarla daha
geniş bir ilişki içinde buluruz. Bu, pratik yanıyla bütün Çalışma’nın temelini oluşturan eleştirmeden gözlemleme yöntemi aracılığıyla şuurun gelişmesinden dolayıdır.
İÇSEL DURUMLAR
İnsanlar gereksiz yere kendi hayat hikayelerini anlatmak istediklerinde, nelerden bahsederler? Olaylardan, diğer İnsanlardan, dışsal şeylerden konuşurlar. Fakat birinin hayatı, kendini gözlemleme amacı için fark edilmesi gereken iki farklı şeyi içerir. Bir kişinin hayatı sadece olayları değil durumları da içerir. Durumlar içseldir, olaylar dışsaldır. Durumlar birisinin durumlarıdır, yani içsel durumlar, bir yandan kötü haletler, endişe alışkanlıkları, korku alışkanlıkları ve batıl inançlar, olumsuz önseziler, depresyon; diğer yandan iyi durumlar, mutluluk hissi, merhamet, eğlence ve zevk. Bunlar bir kişinin içindedir, yani bütün durumlar bir kişinin durumlarıdır. Olaylar ise dışsaldır ve bizim içimize dışarıdan gelirler. Şimdi, birinin içsel durumu dışsal bir duruma karşılık gelebilir veya onun tarafından meydana getirilebilir veya onunla hiçbir ilişkisi olmayabilir. Fakat hepsinden önemlisi, birbirleriyle nasıl ilişkide olduklarını düşünmeden önce, olayların ve durumların iki farklı şey olduğunu görmeye çalışmak çok önemlidir. Örneğin, memnun edici bir olayı ele alın. İçsel durumunuz buna karşılık geliyor mu? Dışsal olay meydana geldiğinde içsel durumunuzun ona karşılık geldiğini kesinlikle söyleyebilir misiniz? Diyelim ki, istenen bazı olayların olacağını biliyor ve onların olmasını dört gözle bekliyorsunuz. Bu olaylar meydana geldiğinde içsel durumunuzun onları çok zevkli bir halet içerisinde karşılayacağını söyleyebilir misiniz? Yoksa olay umduğunuz şekilde gerçekleştiğinde bile, sık sık bir şeylerin eksik kaldığını kabul edecek misiniz? Eksik kalan nedir? Eksik kalan, böylesine hırsla beklenen dışsal olayla birleşecek olan, ona karşılık gelen içsel durumdur. Ve hepinizin bildiği gibi, genellikle bize en iyi anlarımızı sağlayan, tamamen beklenmedik olan o olaydır.
Şimdi bu fikri alalım, yani dışsal olayların ve içsel durumların birbirine karşılık gelmesini. İçimizde doğru duruma sahip değilsek, mutlu olayla tam olarak birleşemeyiz; demek istediğim, birbirine geçmeleri için içimizde bir şey var olmalıdır ki dışsal olaylar zevkli olsun. Fakat daha önce söylediğim gibi, insanlar kendi hayatlarının sadece dışsal olaylardan ibaret olduğuna, o veya bu türde belirli sayıda dışsal olay meydana gelmemişse hayatlarının şanssız olduğuna inanmaya çok fazla eğilimliler. Fakat bir insanın hayat için kapasitesi içsel gelişimine, yani içsel durumlarının niteliğine bağlıdır. Çünkü içeride, durumlarımız bakımından, yaşama aygıtları bulunur ve örneğin, bu aygıtlar kendine acıma, endişeler ve diğer negatif heyecanların altında boğulmuşsa, dış olaylar ne kadar keyifli olursa olsun hiçbir şey doğru gerçekleşmez; çünkü yaşama aygıtları -yani kendi içinde kişi-, biraz keyif ve zevk verebilecek dışsal hayattan gelen bu tür olaylarla talihli bir şekilde birleşemez haldedir. Bir kişi yurt dışına yapacağı bir geziyi dört gözle bekleyebilir ve bu meydana geldiğinde bir olaydır. Fakat küçük önemsiz şeylere vs. o kadar dikkat eder, o kadar acımasız olur ki bütün gezi bir felakete dönüşür. Böyle bir durumda kabahatli olan, o kişinin içsel durumudur. Dolayısıyla hayatımızın neler içerdiğini kendimize soracak olursak, sadece olaylar diyemeyiz, daha çok durumları içerir. Farz edelim ki, birinin olumsuz, melankolik ve ümitsiz olmayı seven, hayatın kötü bir iş olduğundan ve yaşamaya değmediğinden şikayet eden bir müdürü var. Bunun, uygun bir olayın yokluğundan mı, yoksa o kişinin içsel durumundan mı kaynaklandığını sanıyorsunuz? Ve hoş bir parti düzenlediğinizde o kişinin değişeceğini düşünecek kadar saf mısınız? Rahatsızlık o insanın içindedir. Her gün kendilerinin ve başkalarının hayatlarını, kötümser içsel durumları nedeniyle berbat hale getiren; gerçekten kendi içsel hayatlarının nasıl olduğunu görmeye başlamadıkları için hapiste olmayı hak eden; hayatın tamamen kendi dışlarında bir şey olduğunu tahayyül eden kaç insan gözlemliyorsunuz?
Şimdi, kendini gözlemlemede, içsel durumları ve dışsal olayları birbirinden ayırmaya çalışın; her ikisiyle, dışsal olayın doğası ve içsel durumunuzla ilişkinizde nerede durduğunuzu fark edin. Dışsal olaylar her türden olabilir. Dış hayat, üzerinde karıncalar gibi çok yavaş yürüdüğümüz pürüzsüz bir kağıt yaprağı değildir. Tepelerle, vadilerle, iyi ve kötü havayla doludur. Bu, hayatın doğasıdır fakat bir kuralmış gibi, bütün olayları veya en azından hastalık, savaş vs. gibi tatsız olayları olağanüstü olarak ele alırız. Hayat, sizi karşılamak için büyük veya küçük derecelerde farklı olayların süregeldiği bir seridir ve her olayın kendi özel doğası vardır. Ve yine içsel durumlar da her türden olabilir. Bütün kişisel çalışmalar, içsel durumlar hakkındadır ve hepiniz, kişinin üzerinde çalışması ve özdeşleşmemeye çabalaması gereken yanlış durumların ne olduğunu duydunuz. Bu yanlış durumlar üzerinde çalışırsanız ve kendinizi onlardan ayırmaya uğraşırsanız, o zaman daha önce olduğu gibi hayatın tatsız olayları sizi kolayca yakalamayacaktır ve kuvvetini sizden çekecektir. Olaylar, kendi değişik kombinasyonlarında her an değişen tesirlerdir ve bazıları diğerlerinden daha iyidir, fakat hepsi, iyi olanlar bile -evrende bulunduğumuz bu düşük seviyede yani dünyada- şuurlu olarak ele alınmalıdır; bazı olaylar çok tehlikeli olabilir ve değeri ne olursa olsun onlarla özdeşleşilmemelidir. Şimdiye kadar söylenenlerle, bir kişinin hayatının, daha çok onun içsel durumları olarak düşünülmesi gerektiği daha açık hale gelecektir ve bir kişinin hayatının gerçek hikayesi, onun içsel durumları ve özellikle negatif heyecanlarının bir tarihçesi olur. Kendi içinde -her insanın sadece bireysel kendini gözlemleme aracılığıyla ulaşılabileceği ve başkaları için her zaman görünmez olan bu muazzam içsel dünyada- öylesine, gayriciddi bir tutumla yaşamak işleyebileceğimiz en kötü suçtur. Dolayısıyla bu çalışma kendini gözlemleme, kişideki yanlış durumları fark etme ve bunlara karşı çalışma ile başlar. Bu şekilde içsel hayat arındırılmış olur ve içsel hayatımız dışsal hayatımızı cezbettiği için, içsel durumlarımızı değiştirmekle, bazılarını aç bırakıp bazılarını beslemekle, sadece dışarıdan gelen olaylarla ilişkimizi değiştirmekle kalmayıp günbegün bize gelen olayların doğasını bile değiştiririz. Başımıza gelen olayların doğasını sadece bu şekilde değiştirebiliriz. Onları direkt olarak değiştiremeyiz, sadece durumları değiştirebiliriz, yani yaşadığımız bu karmaşık evi biraz düzene sokmaya başlarız.
KENDİNİ HATIRLAMA
Geçmişte literatürde birçok farklı tarifler verilmiştir. Üç yüzyıl önce verilen birini aktaracağım. Bir mürit mürşidine “süperduyusal yaşama ve Tanrı’nın konuştuğunu duymaya” nasıl ulaşabileceğini sorar. Mürşit şöyle cevap verir: “Kendini sadece bir an için bile olsa, hiçbir yaratılmışın ikamet etmediği ŞEY’in içine attığında, tamamen O’na yöneldiğinde, o zaman Tanrı’nın konuştuğunu duyarsın.” Mürit, hiçbir yaratılmışın olmadığı ya da yaratılmış hiçbir şeyin ikamet etmediği yerin yakın mı, uzak mı olduğunu sorar. Mürşit, “O senin içinde,” der ve bir an için bile olsa, kişinin bütün düşüncelerini ve isteklerini durdurarak ona ulaşılabileceğini ekler; “kişisel düşünce ve kişisel istekten uzak durduğunda ve imajinasyon ve duyular çarkını durdurduğunda”. Başka bir yerde der ki, bu hareket günde en az bir kez ve sadece kısa bir süre için yapılmalıdır. Elbette çok sıklıkla yapılmamalıdır. Aslında bu, Çalışma’da Kendini Hatırlama denen şeyi tarif ediyor. Çalışma’nın bize anlattıklarını duymak genellikle çok zordur. Genelde, hayatın ve çok çeşitli türde kendi ilgilerimizin içine dalarız ve Çalışma’yı duyamayız. Verilen örnekte mürit “süperduyusal hale ve Tanrı’nın konuştuğunu duymaya” nasıl ulaşabileceğini sormaktadır. Bu, duyular hayatının üstündeki bir hal anlamına gelir. Duyular hayatının ne olduğunu daha önce gerçekten düşündünüz mü? Tüm günlük endişeleriniz, tüm dertleriniz, günlük temaslarınız, duyularınız vasıtasıyla tüm gördükleriniz ve duyduklarınız vs.dir. Yeterince yiyecek olmadığını, tencere ve tavalarınızın eskidiğini görürsünüz ya da otobüsü kaçırırsınız vs. Tüm bunlar, duyuların yaşamıdır. Savaşı görürsünüz! Parayı görürsünüz! Masanın kırıldığını, kötü haber taşıyan bir mektubu, felaketi, depremi, kendi yüzünüzü görürsünüz vs. Tüm bunlar duyusaldır, yani duyular vasıtasıyla iletilen yaşamdır. Elektrik kesildiği için ya da başka bir insan yüzünden ya da istediğimiz şeyi alamamaktan dolayı vs. kaçımız üzüldük. Tüm bunlar duyusaldır; bu duyusal yaşamdır. Beş duyunuz vasıtasıyla deneyimlediğiniz yaşamdır. “İşimden, mesleğimden, günlük endişelerimden, evimden, ailemden, hasta çocuğumdan, şuyumdan, buyumdan vs. ayrı başka tür bir hayat var mı?” diye sorabilirsiniz. Başka bir deyişle, “Duyusal hayattan başka bir hayat var mı?” diye sorarsınız. Ezoterizm başka bir hayattan söz eder. Çalışma ondan söz eder. Sık sık Çalışma’nın, içeri giren izlenimleri dönüştürmeniz gerektiğini söylediğini bilirsiniz. Yine de, her an bize hükmeden ve bizi onun köleleri yapan duyusal realiteye yapışmış olarak, tesirini o anda üzerimizde kullanan belirli bir hayat olayının ötesini kolaylıkla göremeyiz; örneğin, biletimizi ya da çantamızı kaybettiğimizde ya da birinin bize kaba davrandığında olduğu gibi. Belirli bir dışsal olay içinde olduğumuzda her şey o olaymış gibi görünür, değil mi? Sonra geçer ve ne olduğunu merak ederiz. Bir keresinde şöyle dendiğini hatırlarsınız: Hayat bir olaylar dizisidir; ya da bir başka deyişle, saat saat, gün gün geçen zaman, belirli bir olaylar kurgusundan, farklı ölçeklerde -yani kişisel olaylar, aile olayları, mahalli olaylar, ulusal olaylar, dünya olayları olarak, hepsi farklı ölçeklerde- her zaman kalabalık olan olaylardan oluşmuştur. Etkisinde olduğumuz 48 kanun düzeninden dolayıdır bu. Sizden kuvvet almaya çalışan bazı olaylar olmadan asla var olamazsınız. Örneğin, kötü haberler bir olaydır. Savaş kesinlikle bir olaydır. Fakat tabi ki aynı ölçeklerde değiller. “Hayat birbiri ardına gelen şeylerdir,” şeklinde yaygın bir ifade vardır. Bu mecburen böyledir çünkü biz belirli kanunların hükmü altındayız. Özgür değiliz. Bunu kavramak muhtemelen bütün hayatımızı alır ve biz kavrayamayız. Olduğunuz varlık türünü fark ederseniz, aynı tür olaylar serisini devam ettiren bir iplik dokuduğunu öğrenmeye başlarsınız. Bizim varlık seviyemiz, yaşamımızı, yani yaşama ait olayları cezbeder. Bu tür şeylerin her zaman sizin başınıza gelmesinin ne kadar kötü olduğunu hissedebilirsiniz.
Birçok insanın, hatta eğitimli ve düşünen insanların, Kendini Hatırlama denen şuur durumuna ulaşmalarına en baş engel, zaten ona sahip olduklarını düşünmeleri gerçeğinde yatar. Yaptıkları her şeyde ve söyledikleri her şeyde kendilerini hatırladıklarını düşünürler; sadece her an şuurlu olduklarını ve kendilerinin farkında olduklarını düşünmekle kalmazlar, ayrıca içsel yaşamlarında şuurlu olduklarına ve sürekli bir akış halinde içlerinden geçen tüm düşüncelerin ve duyguların tamamen farkında olduklarına da inanırlar. Her zaman kendilerini hatırladıklarım, tam şuurla hareket ettiklerini ve konuştuklarım, söyledikleri ve yaptıkları her şeyin tamamen farkında olduklarım düşündükleri için; gerçek iradeye, kalıcı bir değişmeyen “ben”e ve yapma yeteneğine sahip olduklarına inanırlar; örneğin, gerçekten isterlerse kendilerini ya da hayatlarını ya da diğer insanları değiştirebileceklerine veya istedikleri şeyi yapabileceklerine. Fakat tabi ki kendilerini veya yaşamlarım veya diğer insanları değiştiremezler ya da istedikleri şeyi yapamazlar çünkü hiçbir gerçek iradeye sahip olmayıp birçok değişken “ben” e sahiptirler ve bir şey yaptıklarında bu şuurlu iradeden ve şuurlu seçimden dolayı değildir, o anda onlara ne olabiliyorsa ondan dolayıdır. Çünkü aynen yaşamda olduğu gibi, her şey muhtemelen olabileceği sadece tek bir şekilde olur ve insanlar yapıyormuş gibi görünse de gerçekte hiç kimse bir şey yapamaz; tek bir kişinin durumunda da böyledir. Onun yaşamındaki her şey muhtemelen oluşabileceği yalnızca tek bir şekilde meydana gelir ve insan aynı kaldığı sürece, diğer her şey de aynı kalacaktır.
Bir insanla zaten sahip olduğunu düşündüğü bir şuur durumu hakkında konuşursanız, bununla ilgilenmeyeceği açıktır. İnsanların Kendini Hatırlama ya da Kendinin Farkında Olma durumu ya da Kendinin Şuurunda Olma durumunun manası hakkında bir şeyler anlamak için bu kadar zorlanmalarının sebeplerinden biri budur. Bu durumda olduklarını kendilerine atfederler ve varoluşlarının gerçekten tam bir şuur durumu içinde geçirdiklerine inanırlar. Yapmakta oldukları şeyi yapmaktan kendilerini alamadıklarını fark etmezler. Bütün hareketlerinin kendi iradeleri tarafından kontrol edildiğine, her şeyi maksatlı olarak yaptıklarına vs. inanırlar. Fakat bir adamın sıradan şuur durumu hemen hemen tüm bunların tamamen tersidir. Sıradan bir adam kendini hatırlamaz, kendinin farkında değildir, söyledikleri ve yaptıkları hususunda tam olarak şuurlu değildir. Aldığını zannettiği kararlan da aslında o almamaktadır. Aslında kendisi için çok çapraşık olan içsel hayatı hususunda da tam olarak şuurlu değildir. İçinden mekanik bir şekilde geçen tüm düşüncelerin ve duyguların neredeyse milyonda birinin şuurundadır. Fakat, içinde insanın kendinin ve çevresinde gördüğü her şeyin ve aynı zamanda içinden geçen tüm düşüncelerin ve duyguların farkında olduğu “Kendini Hatırlama” denen şuur durumu, aslında İnsan’ın hakkıdır. İnsan buna sahip olmazsa, bu sadece hayatının yanlış koşullarından dolayıdır. İçinde bulunduğumuz zamanda Kendini Hatırlama (ya da Üçüncü Şuur Durumu) denen şuur durumunun sadece çok ender parıltılar halinde meydana geldiğini söylemek abartı olmaz ve bu, sadece uzun ve özel bir eğitim vasıtasıyla içinde daha kalıcı hale getirilebilir.
KENDİNİ GÖZLEMLEME
Kendini incelemek için, insan öncelikle, nasıl inceleyeceğini, nereden başlayacağını, hangi yöntemleri kullanacağını öğrenmelidir. İnsan, kendini nasıl inceleyeceğini öğrenmeli ve kendi kendini inceleme yöntemlerini incelemelidir.
Kendini incelemenin başlıca yöntemi, kendi kendini gözlemlemedir. Kendi kendini gözlemlemeyi uygun biçimde uygulamaksızın, insan, makinesinin çeşitli fonksiyonları arasındaki bağıntıyı ve karşılıklı ilişkiyi her defasında, her şeyin onda nasıl ve niçin dış etkilerle meydana geldiğini hiçbir zaman anlamayacaktır.
Fakat kendi kendini gözlemlemenin ve kendini doğru biçimde incelemenin yöntemlerini öğrenmek için, insan makinesinin fonksiyonlarını ve özelliklerini belli bir şekilde anlamaya ihtiyaç vardır. O halde, insan makinesinin fonksiyonlarını gözlemlerken, gözlemlenen fonksiyonların doğru sınıflandırılmasını anlamak ve bunları tam ve anında tarif etmeye muktedir olmak gereklidir; tarif, kelimelere bağımlı bulunmamalı fakat içsel bir tarif olmalıdır; bütün içsel deneyimlerimizi tarif ettiğimiz biçimde manevi tat alma ve duygu yoluyla olmalıdır.
Merkezlerin Gözlemlenmesi
Gözlemleme, fonksiyonların bölünmesi ile başlamalıdır. İnsan makinesinin bütün faaliyetleri, her biri kendi özel zihni veya ‘merkezi’ tarafından yönetilen, kesin bir biçimde tarif edilmiş dört gruba ayrılmıştır. Kendi kendini gözlemlerken insan, makinesinin dört temel fonksiyonunu birbirinden ayırt edebilmelidir: Düşünce, duygu, hareket ve içgüdü. İnsanın kendisinde gözlemlediği her olay, bu fonksiyonlardan ya birine ya da diğerine bağlıdır. Bundan dolayı, gözlemlemeye başlamadan önce, insan, fonksiyonların nasıl farklılaştıklarını, düşünce, duygu, hareket ve içgüdü faaliyetlerinin ne anlama geldiklerini anlamalıdır.
Gözlemleme, başlangıçtan itibaren başlamalıdır. Bütün eski deneyimler, bütün eski gözlemlerin sonuçları bir kenara bırakılmalıdır. Bunlar çok miktarda değerli malzeme içerebilirler ama bütün bu malzeme, gözlemlenen fonksiyonların yanlış bölünmesine dayalıdır ve kendisi de yanlış bölünmüş durumdadır. Bu nedenle, bu malzeme, kullanılamaz veya herhalde, kendi kendini inceleme çalışmasının başlangıcında kullanılamaz. Onun içerisindeki değerli kısımlar, uygun zamanda alınacak ve kullanılacaktır. Fakat bu işe yeni baştan başlamak gerekmektedir. İnsan, kendisini sanki hiç tanımıyormuş gibi, hiç gözlemlememiş gibi gözlemlemeye başlamalıdır.
Kendi kendini gözlemlemeye başladığında, belli zamanda gözlemlediği olayın hangi gruba, hangi merkeze ait olduğunu derhal saptamaya çalışmalıdır.
Bazı kişiler, düşünce ile duygu arasındaki farkı, diğerleri ise duygu ile duyum ve düşünce ile hareket dürtüleri arasındaki farkı anlamakta güçlük çekerler.
En geniş biçimde ele alındığında, düşünce fonksiyonunun, daima kıyaslama suretiyle çalıştığı söylenebilir. Düşünceye ait sonuçlar, daima iki veya daha fazla izlenimin kıyaslanmasının sonuçlarıdır.
Duyum ve duygu muhakeme etmez, usa vurmaz, kıyas etmezler; belli bir izlenimi, sadece o izlenim açısından, onun bir veya başka yönden zevkli veya zevksiz oluşuna, rengine, tadına, kokusuna göre tarif ederler. Dahası duyumlar ilgisiz de olabilirler: Ne sıcak ne soğuk, ne zevkli ne zevksiz; ‘beyaz kağıt’, ‘kırmızı kalem’. Beyaz veya kırmızının duyumunda zevkli veya zevksiz bir şey yoktur. Herhalde şu ya da bu renkle ilgili olarak mutlaka zevkli veya zevksiz bir durum olması gerekmez. Bu duyumlar yani beş duyuya ait olanlar ve diğerleri, sıcaklık, soğukluk vs. duyumu gibi içgüdüseldirler. Duygusal fonksiyonlar veya duygular, daima ya zevkli ya da zevksizdirler; tarafsız duygular mevcut değildir.
Fonksiyonları birbirlerinden ayırt etmedeki güçlük, insanların fonksiyonlarını hissetme tarzlarının birbirlerinden çok farklı oluşu ile artmaktadır. Bu, genellikle anlayamadığımız bir husustur. İnsanları, aslında olduklarından daha çok birbirlerine benzer olarak kabul etmekteyiz.
Gerçekte, algılama biçim ve yöntemleri bakımından aralarında çok büyük farklar vardır. Bazıları, zihinleri ile, diğer bazıları duygularıyla, bir kısmı ise duyumları ile algılar. Farklı kategorilere mensup farklı algılama tarzları olan insanlar için birbirlerini anlamak, çok güç, hemen hemen imkansızdır; çünkü bir ve aynı şeye farklı isimler verdikleri gibi, birbirlerinden farklı şeylere de aynı ismi vermektedirler. Bundan başka, çeşitli kombinezonlar mümkün olabilir. Bir insan, düşünce ve duyumları ile, bir diğeri ise düşünce ve duyguları vs. ile algılar.
Bir ya da başka bir algılama tarzı ile, dış olaylara karşı oluşan bir ya da diğer bir tepki çeşidi arasında derhal bağlantı kurulur. Dış olayların algılanması ile onlara karşı meydana gelen tepki arasındaki farkın sonucu, öncelikle insanların birbirlerini anlamamaları ve sonra da kendi kendilerini anlamamaları gerçeği ile izah edilir. Pek sık olarak insan, düşüncelerine veya düşünsel algılarına duygu, duygularına düşünce ve duyumlarına da duygu adını verir. Bu sonuncusu, en yaygın olanıdır. Eğer iki kişi aynı nesneyi farklı biçimde algılarsa, örneğin birisi duygusu ile diğeri ise duyumu ile algılarsa, bu kişiler bütün yaşamları boyunca tartışabilir. Ve o nesneye karşı olan tutumları arasındaki farkın neden ibaret olduğunu hiç anlayamazlar. Aslında, biri onun bir yönünü, diğeri ise bir başka yönünü görmektedir.
Bir ayırt etme yolu bulmak için her normal psişik fonksiyonun, bilginin aracı ve aleti olduğunu anlamalıyız. Zihnin yardımıyla nesnelerin ve olayların bir yönünü, duyguların yardımıyla bir başka yönünü, duyumların yardımı ile ise, bir üçüncü yönünü görürüz. Belli bir konunun bizim için mümkün olan en tamam bilgisi, ancak onu zihnimizle, duygularımızla ve duyumlarımızla birlikte incelersek elde edilebilir. Doğru bilgiyi arayan her insan, böyle bir algıya ulaşma imkanını gaye edinmelidir. Olağan koşullarda, insan, alemi çarpık ve pürüzlü bir pencereden görmektedir. Bu durumun farkına varsa bile hiçbir şeyi değiştiremez. Şu veya bu algı tarzı, bütünüyle organizmasının çalışmasına bağımlıdır. Bütün fonksiyonlar birbirleriyle bağıntılı olup birbirlerini dengelerler; bütün fonksiyonlar birbirlerini bulundukları durumda muhafaza etmeye çalışırlar. Bu nedenle insan, kendi kendini incelemeye başladığında, kendi içinde hoşlanmadığı bir şeyi keşfederse, bunu değiştirmeye muktedir olmadığını anlamalıdır. İncelemek bir şey, değiştirmek ise başka bir şeydir. Fakat kendini inceleme, gelecekteki değişme imkanına götüren ilk adımdır. Ve başlangıçta, uzun bir süre, bütün çalışmasının sadece incelemeden ibaret olacağını anlamalıdır.